Saturday, August 7, 2010

Çocuklar gibi

Sezen aksu’nun çocuklar gibi şarkısının sözleri Sabahattin Ali’ye aitmiş.

Bazı insanların inanılmaz özgün bir üslubu var, nitekim çocuklar gibi şarkısı da Kürk Mantolu Madonna’da geçen bir cümleyi okurken aklıma geldi. Adam kitabını okurken şiirini hatırlattı kısacası. Vay anasını.

Kitabı dün gece 2'ye kadar okumuş,bitirmiş ve doludizgin Sabahattin Ali rüzgarına kapılmışken değinmek istedim.

Şarkıya gelecek olursak, bende hep böyle olur, bazen bazı şarkılar sizi öyle bir yakalar ki anlam bile veremem ben bu şarkıyı neden bu kadar çok seviyorum diye. Onur Akın’ın seviyorum seni şarkısı vardır mesela, lisede keşfetmiştim gizli gizli dinlerdim. Sonra üniversite 2. sınıfta bir gün İstiklal’de yürürken duydum, şarkıyı dinlediğimi söyleyemedim, vitrindeki bir şeyi beğenmiş gibi yapıp oyalanmıştım. Ne zamanki sözlerinin Nazım Hikmet’in bir şiirinden olduğunu öğrendim, melodisinde hiçbir özgünlük olmayan hafif arabesk şarkının beni nasıl o kadar derinden yakalayabildiğini anladım. Sırf beni değil hatta, geçen ay arkadaşlarım bize geldiğinde çalmıştım, değiştirecekken koro halinde “değiştirme!” diye bağırmışlardı.

Dönem dönem bir şeylere kapılırsın ya, bende en çok yazarlar da olur mesela. Bir kaptırdım mı bir süre sadece tek yazar okurum. 3 sene önce de Aziz Nesin’e kaptırmıştım. Hani bazen sadece kendin ne düşündüğünü söyleyebilmek için soru sorarsın ya karşındakine. Sanki durup dururken gelen “Sen kim olmak isterdin?” sorusu en az damdan düşer gibi söyleyeceğin “Ben Aziz Nesin olmak isterdim” lafı kadar garip değilmiş gibi... Öylesine cevabı bile beklemediğim aptal bir soru yöneltmişken karşımdakine, “ben kendim olmak isterdim ama kimin eserlerine sahip olmak isterdin dersen Sabahattin Ali” demişti hayatta tanıdığım en az konformist olan insanlardan biri...

Kendim olma fikrine de alıştım sanki.

Türkiye'de yazarlar mütemadiyen öldürülür biliyorsunuz. Sabahattin Ali'nin ölümüyle ilgili de bugün gazetede bir yazı vardı tesadüfen, belki ilginizi çeker.

Thursday, July 29, 2010

macarların yardım çığlıkları

blogumun adresini yazdığımda, kudüs fotoğrafıyla birlikte bible studies bilgileri veren bir site çıktı. hayırdır inşallah. cat stevensish.

anlatacak çok şeyi olan insanların, kendiliğinden bunları anlatmaması ne kadar acı aslında. dedemle oturduk tv izliyoruz, budapeşteyle ilgili bir gezi programı. 1956 yılında ruslar macaristanı işgal ederken, macarların "gelin, bizi kurtarın"* diye bütün dünyaya yolladıkları yardım çığlıklarını günlerce radyodan verdiklerini anlattı.

tarihle ilgili bu arkaplan hikayeler beni çok etkiliyor. one death is tragedy. a million deaths is statistics, etkisidir belki de.

*kimse kimsenin yüzü suyu hürmetine kahramanlığa soyunmuyor tabii. hele de ruslara karşı. komik gördüm sizi macarlar...

of bu arada ben de bu eskiler konusunda baya iyiyim, program bitince başka kanalda film izlemeye başladık, eski film, dedem aktörün adını hatırlayamadı da ben bildim. burt reynolds.

aa farah fawcett de var. ilginç bir şeye benziyor. bakayım biraz.

Friday, July 2, 2010

2 Temmuz


En güçlü ifade biçimi dediğin zaman karikatür gelir aklıma hep. En zorudur karikatür; ya hiçbir şey söylemeden ya da sadece birkaç sözcükle, 2-3 karede anlatacaksın ne demek istediğini. Bırakacaksın eserin kendini anlatacak. Çok zor. O yüzden bu kadar değerli zaten. O yüzden bu kadar nadir bir yetenek.
Çok keskin ve kıvrak bir zekanın ürünü.  Ve o yüzden de o keskin ve kıvrak zekaya karşı tolerans bu kadar düşük zaten... Sonuç;

2 temmuz. Sivas Katliamının 17. Yılı.

Aynı dili konuşup, aynı havayı solumuş olmaktan en çok gurur duyduğum insanlardan birini katletmek için bir araya gelmiş binlerce, milyonlarcasının günü.

Böyle demem onu kızdıracaktır aslında, yaşamını toplum psikolojisiyle mücadeleye ve bireyselciliği yeşertmeye adamış her insan gibi.

Ama herkes o kadar güçlü gelmiyor bu hayata. Bazıları tutunabilmek için destek arıyor.

Çok da bir şey yok söylenecek, Genco Erkal'ın Sivas '93 oyunu hala devam ediyor mu bilmiyorum ama rastlarsanız mutlaka gidin...

O günün ardından yapılan bazı karikatürlere bu adresten ulaşabilirsiniz.


Monday, June 21, 2010

Öğreten, öğrenir.

Yazarken sık sık dil konusuna gelmemden anlamışsınızdır ki ben gerçek bir fanatiğim. Bu fanatikliğim sadece yabancı dile karşı değil, türkçeye karşı da aynı merakı duyuyorum ve anadilim olmasına rağmen o açlığı hissediyorum kesinlikle tatmin olmuş değilim! Dili kullanmak müthiş bir yetenek. Kendini minimum kelimeyle ifade etmek dili kullanmak değil, konuşmak bile sayılamayacağı için onu es geçiyorum. Ama istediğin kadar kitap okumuş ol, kelime haznen geniş olsun bunları konuşurken kullanabilmek, usta manevralar yapabilmek gerçekten büyüleyici. Böyle birini saatlerce dinleyebilirim diye düşünüyorum.

Amatör. Profesyonelin zıt anlamlısı olmanın yanı sıra latince "amat- amor- am-" yani sevmek kökünden geldiğin duyduğumdan beri bu kelimeyi daha da çok seviyorum.


Yabancı dil konusunda da amatörlük her zaman baki. İnsan yabancı dil söz konusu olunca daha da sabırsız oluyor, bir an önce belli bir seviyeye gelmek istiyor. Çünkü her ne kadar dili sevsen ve kendini dolambaçlı yollarında kaybetmek istesen de bir yandan da en kestirme yoldan sonuca ulaşıp onu iş hayatına uyarlamak ve paraya dönüştürmek zorundasın. Büyüklerimizden zaman zaman işitilen "sana yapma demiyorum, hobi olarak yine yap" dengi bir durum söz konusu burada. Kendini garantiye al da sonra naparsan yap gibi...


13 yaşından beri "sihirli değneğin olsa ne yapardın?" sorusuna olan cevabım hiç değişmedi; bütün dilleri konuşabilmek. (13 yaşına kadar olimpiyat şampiyonu olmak istiyordum.) Bir dilde uzmanlaştığın zaman yapabildiğin o çift anlamlılıkları, zeka pırıltılarını görebilmek, hissedebilmek. Divan edebiyatındaki gibi kıvraklıkların başka dillerdeki yansımalarını inceleyebilmek (hoş o da başka dil sayılır ne de olsa arapçaydı.) Ütopik bir dünyada bunları yapabilmek ne kadar güzel olurdu.


"Ölü dil,""amaan, ne işine yarayacak" kaygısı gütmeden latincenin köklerine insen halbuki, o etimolojiyi hatmettikten sonra üstüne Roman dillerini inşa etsen, çıkarımlarda bulunsan neyin neden nasıl gelişmiş olduğuna dair...


"Öğreten, öğrenir." Qui docet, discit latincesi. O gün internette dolanırken rastladım çok etkiledi. öğrenme aşkına yapılıyormuş her şey diye düşünüyorum. Günümüzün pragmatizm girdabındaki dünyasında ancak üstün zekalıysan ve kendini bilime adarsan böyle bir lüksün oluyor, insanlar seni maddi manevi destekliyor ve sen ne yaparsan bilim aşkıyla yapıyorsun. (O da ancak gelişmiş ülkelerde. O gün Ali Nesin'in yazısını okuduktan sonra emin oldum ki buralarda iki türlüsü de yok.)



Halbuki şimdi (paralel evrenlerin bu aciz versiyonunda) misal latinceyi (onla başladım, onla gideyim) öğrensen öğrensen iş hayatında kullanmak, belki insanları biraz etkilemek için öğreniyorsun. Olabilecek ulvi amaçlara kıyasla ne kadar ucuz. Öğrenmek bile değil aslında ezberlemek. Al bir Roma Hukuku kitabı ezberle mesela. Hem millet 1. sınıfta gördü, hatırlamıyordur da, hadi yine iyisin, işin kolay. Ya da mare nostrum diye dövme yaptır, Deniz Gezmiş'e atıfta bulun, ben siyasetten de anlarım, çok yönlüyüm havalarına bürünürsün hem.

Acıklı hakkaten.

Tuesday, June 15, 2010

Kafatasçı geldi 'aanıımmmm

Bugün kendi kendime çok güldüm. Kendi kendime başka bir şeye gülmedim, kendime ve düştüğüm duruma güldüm. Hakkaten büyük konuşmamak lazım, elime geçen her fırsatta aşırı milliyetçi kesime, ülkücü, kafatasçı gibi bilumum yakıştırmada bulunan ben, bir olay olduğunda sıcağı sıcağınayken, uzun uzadıya düşünmeden verdiğim ilk tepkide aynı bir MHP’li gibi düşünüyorum. Nitekim Hürriyet Pazar’ın MHP milletvekili Deniz Bölükbaşı ile yaptığı röportajın ilk sayfaya yansıyan cümleleri şunlar;
“Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Filistinliyiz diyoruz. Hepimiz Türküz demiyoruz. Filistin bayraklarıyla cenaze namazı kaldırıyoruz Türk bayrağı yok.”

Kaderin cilvesi diye buna deniyor galiba bir gün kafatasçı de ertesi gün fikirdaş ol :)) Çocukluktan aşıladılar bu milliyetçilik damarını galiba ne bileyim, ne kadar ben bireyselciliğe inanıyorum desen de kendini gösteriyor. Gerçi kendi kendimi yemeği düşünmüyorum, çünkü ne de olsa zayıf mahlukatlarız ve kendimizi tanımlamak ve ifade etmek için belki de sınırları önceden belirli kavramlara ihtiyaç duyuyoruz. Yine de bunun farkında olmak bile güzel bir şey bence, en azından bunu kabul ederek başka insanlara karşı kalıplaşmış önyargıların olabileceğini de kabul edersin ve bunları bulup yoketmek için çalışmaya başlarsın. Bir bakmışsın uluslarüstü, sınırlarötesi bir insan olup çıkmışsın :)))

Yoksa Hintliler pis, Fransızlar ukala ve hatta Kayserililer kurnaz, Adanalılar ayı nereye kadar. Bir de o kadar sık duyuldu ki hani Kanlıca’nın yoğurdunun meşhur olması gibi bir gerekçe içeriyor sanki, artık kanıksandığı için...

-Ayol şekerim bilmiyor musun? Adana’nın ayıları meşhur...
-E gidip yiyelim o zaman bir tane?!

Bu arada hakkaten ne büyük konuşsan başına geliyor, istisnası yok. Cmt akşam Marmara hotelin önünden geçerken güzel giyinmiş 2 tane kız vardı çiçekliğin ucuna ilişmişlerdi, ikisi de telefonuna bakıyordu, mesaj falan yazıyorlardı, şaşırdım Allah Allah dedim, arkadaşım şakayla karışık, belki telekızlardır ne de olsa otel önü falan dedi. 48 saat bile geçmeden aynı arkadaşımla aynı çiçekliğin ucuna ilişmiş telefonda birine ulaşmaya çalışıyorduk ve ben etek giymiştim J

Sunday, June 13, 2010

xxx


Bir gün sabah kalkıp eğlenmeyi hiç bilmediğini farketmek.. Eğlenceyi sürekli başka değişkenlere endekslemiş olmak... Sadece sitede dolanması bile çok eğlenceli olan, üstüne üstlük lokal insanlarla tanışma fırsatıyla bedava tatil sunan siteye üyeliğinin 4 aydır girmediğin için deactivé olması.. Ardarda 2 kere hem de... Daha 23 yaşında...

Yazmamak.. Neden yazmadığını sorgulamamak.. Yaşamamak...

Oradan oraya savrulup durmak... Bu akıntıda güzel insanlarla tanışmak aslında, ama durup değerlendirecek, özümseyecek bilinçten yoksun olmak..

Mutsuz değil uyuşmuş olmak... Antidepresan falan da kullanmadan hem... Düşünmeyi reddetmek.. Aşık olmuş olabileceğini bile rüyalar vasıtasıyla fark etmek... Kaç vasıtayla gidileceğinin belli olmaması... İlginç bir şekilde tepki vermemek.. Daha önce en küçük hoşlanmada ortalığı birbirine katarken...

İnsanların daha dikkatli bakması, yüzünü, mimiklerini incelemesi, gözlerinden derin anlamlar çıkarmaya çalışması.. Sonra boş bakışlarının onlara ipucu vermeyeceğini düşünerek olsa gerek, yavaşça “sen çok değiştin” demeleri, sonra kibarlaştırmak isteyerek “sakinleştin” demeleri, sana bir zamanlar histeri adını takmış insanın bile insanlara ne kadar ciddileştiğini söyleyip durması.. Durduğun gibi durduğun zaman insanların ciddi addettiğini farketmek...

Ve şimdi devam etmek,


Sıkıldım kedi seveceğim biraz...

Tuesday, June 1, 2010

Yankılar


Bütün olanlardan sonra kafayı toparlamak biraz zor ama tek bir cümleyle özetlemek gerekirse ben dün dinin milliyetten daha önemli olduğunu gördüm.

İsrail yaptı, yine kabağı bizim başımıza patlattın diyorsunuz belki de ama dün ben bir kez daha insanların kendini belki haklıyken nasıl da haksız yere düşürebildiğini gördüm.

31 Mayıs 2010 günü Taksim’de yapılan protesto gösterilerinde tek bir Türk bayrağı yoktu. Keza İskenderun’da öldürülen “Türk” askerler de kimsenin umrunda değildi.

Beni teknik detaylar çok ilgilendirmiyor açıkçası, yok İsrail şu limana değil bu limana yanaş demiş de yok bilmem ne... Kardakla ilgili teknik detayları kim hatırlıyor? Popülist yaftası yapıştırılan Yılmaz Özdil çok güzel yazmış bugünkü yazısında ve belki de sırf bu yazı yüzünden izleyici kitlesinin yarısını kaybetmeyi göze alarak... Ya gerçekten sapla saman ayıramıyorlar, ya da aslında her şeyi çok iyi ayırıyorlar da böyle kullanmak işlerine geliyor. Dediğim gibi artık kimsenin Türklük umrunda olmadığı için, ortak değer olarak türklüğü paylaştığı kişiler de umrunda değil. Müslüman mısın değil misin, tek soru bu.

Çok yakında kimlik tanımı sorularına “Türküm” diye cevap veren bir avuç insan kalacağız. Hatta biraz melankolik biraz buruk bir gülümsemeyle bakacaklar yüzümüze, aynı geçen yaz tanıştığım, ısrarla “ben çekoslavakyalıyım, çekoslavakya’da doğdum ve benim için seçim yapmak mümkün bile değil” diyen kadına benim baktığım gibi...



ve ben dün malesef yeniden 6-7 Eylül potansiyeli gördüm. Fundamental ırkçılığın esas olduğu ülkemde 55 senede bir arpa boyu yol katetmekten bahsetmek ne yazık ki mümkün değil.

Etrafta duyuyorum işte "Hitler hepsini öldüremedi kalanlar bunları yapıyor" falan filan. O yere göğe sığdıramadığınız Naziler 20 sene önce de Türkleri öldürdü, kimse hatırlamıyor galiba. Aa pardon Türkler kimsenin umrunda değildi, unutmuşum...