Sunday, February 28, 2010

in an ABSOLUT world

Hussein Chalayan bence yeni bir Fatih Terim vakasıdır. Highly prestigious bir modacı olduğundan, tahminimce birçokları ona laf konduramayacaktır ama vogue’u vööööğğğğgggg şeklinde okumayı hiçbir şey mazur gösteremez bence hahaha! Fake aksanını yesinler. Fatih terimin one point moo' sundan hiçbir farkı yok. Yurtdışında kendini kanıtlamış bir modacıyı publicly ti’ye alan olacak mı bakalım.. Modacı demişken,  aynı kral çıplak hikayesinde olduğu gibi, birileri bir şeyin cool, marjinal ya da ne bileyim alternatif falan olduğunu söylediğinde, beğenmesek dahi anlamıyormuş gibi gözükmemek için bunu dile getirmiyoruz. Modadan zerre kadar anlamadığımı en başında belirterek bu konuda naçizane bir yorumda bulunmak istiyorum.  Ben ki dar pantalon bile (hele de deriyse) yakıştırırım erkeklere (futbolcu gibi bacağı olanlara değil tabii) bu yeni modayı anlayamadım! Gay gibi görünmek neden ve nasıl moda oldu? Sen anlamadığın için sana öyle geliyor diyebilirsiniz ama o gün (Çarşamba) absolutun partisine gittim, allah için tek bir çocuğu seksi bulmadım. Ben modaya moda demem, moda erkeği seksi göstermedikçe... 
Partinin nası olduğuna gelirsek, müzik falan orta karardı, 12 olunca da kışkışladılar ama good company ve bedava absolut bana yetti de arttı bile J

Saturday, February 27, 2010

Rocco

Çocukken en sevdiğim kitap Tom Sawyer’ın maceralarıydı, ne zaman boş vaktim olsa oturur odamda onu okurdum, çit boyama hikayesine hep özenmişimdir hatta sırf bu yüzden yeni bahçemiz için eskiciden alacağımız masa ve sandalyeleri  ben bizzat kendim boyayacağım. Fenerbahçede romantikadaki ve de dolmabahçeden gümüşsuyuna çıkan parktaki gibi dantel motifli demirden masa sandalyeler. Ben tutturdum onlardan almayı, aynı Gümüşsuyunda yaşamayı tutturuşum gibi. Bu kararımdan da ayrıca mutluyum, baya bir nostalji yapıyoruz, aygaz nınını geçiyor, her akşam 10.30da bozacı geçiyor. Yaz gelince de bahçeye bir hamak kurcam ohhh..
Neyse başa dönecek olursak, çocukluğumda daha okumayı sökmeden önceyse ace of base’in kasedini dinlerdim, tekrar ve tekrar. Kasetlerin b yüzünden bir şarkı dinlediğinde a yüzünde 1 şarkı geriye gittiğini farkettiğimde bişey keşfetmiş kadar şaşırmıştım (hafif şapşal bir çocuktum.) 10lu yaşların başında ise artık hayalgücüm de devreye  girmiş olduğundan olsa gerek, tvde çalan madonnanın şarkısını dinlerken yatakta çırılçıplak yatışımı hatırlıyorum (ingilizce bilmediğimden şarkının adını da bilmiyordum ama şimdi düşünüyorum da like a virgindi sanırım, en azından öyle olması gerek :P)
Hayalgücümle paralel ilerleyemedim hayatta bu konuda, ayrı mesele. 5 ay Fransada elime erkek eli değmediğini öğrenince inanamadı dün kurstaki arkadaşlar. Oysaki tek bir cümleyi belleyerek gitmiştim dil dile değmeden dil öğrenilmez.  Hoş dünya tatlısı, 2 metre yarmagül zenci bir talibim olmuştu ama ne yalan söyleyeyim gelecek kaygısı ağır bastı. Once you go black dedim kendi kendime ve ilerisi için seçeneklerimi sınırlamak istemedim. Ne de olsa Rocco gibi beyaz kaynamıyor her yer. Roccoyla ilgili de çok komik bir yazı okudum o gün, Mine Kırıkkanat yazmış, başlık “Bir erkeklik motoru: Rocco Siffredi.” Aşağıda okuyacaklarınız o yazıdan alıntıdır;
Fransız feminist yönetmen Catherine Breillat, kendisini 1999 yılında normal ölçülerde erotik bir filmde oynattı: "Romance". Kadın yönetmen Breillat anlatıyor: "Rocco, son derece rahat çalışılan bir aktör. Ancak varlığı, çekim ekibini oluşturan erkekleri perişan etti. Bir sevişme sahnesini saatlerce çekmemiz gerektiğinde, kahve arası veriyorduk, Rocco kahvesini içiyor, diğer oyuncularla yarenlik ediyor ama hep ereksiyon halinde kalıyor, sonra hiç bir şey olmamış gibi platoya dönüyordu. Önce erkek ışıkçı depresyona girdi, çekimi bırakıp gitti. Arkasından ses teknisyeni Rocco’nun performansına dayanamadı, platoyu ağlayarak terk etti. Yenilerini bulana kadar bir hal oldum..."

nap is my middle name

Öğle uykusuyla olan aşkımız pek ilk görüşte aşk değildi açıkçası. Daha çok büyük aşklar nefretle başlar kıvamındaydı. Annem zorla yatırırdı kendiyle birlikte, döner döner bir türlü uyuyamazdım. En sonunda ıı hadi uyu diye popoma vururdu hafiften, dönmeyeceğim diye kendimi kasmaktan en sonunda uyuyakalırdım. Hoş uyuyakalmam bu kadar sancılı olmasına rağmen akşam 8e kadar uyurdum o da ayrı mesele ☺ babam işten gelirdi, enseme burnunu sokardı oooh ekşimik kokuyo derdi. Bıyıklarıyla öperdi beni. Bende kıllıkların batıyo derdim. Babam bıyıklarını keseli yıllar oldu ama ben hala daha en çok ensemden terlerim, ne zaman çok dans edip terlesem, yaz bile olsa, gecenin o rüzgarına çıkınca mutlaka ertesi güne boynum tutulur. Tufan da hep benle babaannesin kızım sen diye dalga geçer. Hoş son zamanlarda pek geçemiyor çünkü en son onunda boynu tutuldu, kaç gün nazlandı, bengayı elinden düşürmedi, ay ay ay falan diyordu dönerken hahaha. Yüzü yok anlayacağınız ☺
Ayrıca ben öğle uykusunun gece uykusundan kesinlikle daha dinlendirici olduğunu düşünüyorum. Hele yemek sonrası için geçince koltukta mayışmak...
dün hele bir de haftaiçi olmasına rağmen öğle uykusuna fırsat bulunca, bu yazıyı ona olan aşkıma adamak istedim :)

Friday, February 26, 2010

mister fahrenheit

metroda hukuktan bi arkadaşıma rastladım. o da maslakta çalışmaya başlamış. sen napıyosun? dedi. benim biraz karışık dedim. branş mı değiştirdin? dedi. evet, dedim. reklam mı? dedi. şaşkın kalakaldım. nerden bildin? dedim. senin mayanda var, hep görüyordum ama belki hukuku seversin, ben etkilemiş olmayayım diye söylemiyordum dedi. mutlucuk oldum hihi :) as if i needed another excuse to be happy...

don't stop me now don't stop me
cause i'm having a good time having a good timeee

god save the "queen" hahahaha

Thursday, February 25, 2010

anlamsız

Duygu sömürüsünden nefret ederim (Belki bazen annemle babama yapıyorumdur ama ona naz deniyor di mi hihi) neyse demek istediğim şu ki bu yazdıklarımı ajitasyon bağlamında değerlendirmeyin lütfen.
Ben bu hayatta gerçekten çok şey kaybettim. Maddi olsun manevi olsun. Ama hep çok mutlu bir insandım. Belki de bu yüzden benden çok daha fazlasına sahip olan insanlar bile beni kıskandılar hep. Güçlü durmalıyım gibi bir çaba göstermem de gerekmedi açıkçası, öncelik sırasıyla alakalı bir şey sanırım, hiç umurumda bile olmadı çoğu şey. Ama işte bütün bunların hiçbiri bugünü kolay atlatmamı sağlamıyor. Bugünün bir tesellisi yok ve ben bugün gözlerimin dolmasına engel olamıyorum, çabalasam dahi…
Bir sürü şarkı var sabahtan beri aklıma gelen ama en doğrusu sabah ilk uyandığında aklına gelendir değil mi? Doğum günün kutlu olsun mutlu ol senelerce sana boncuktan kuş yaptım konacak pencerene…
Yüreğim sızlayarak fark ediyorum “bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım İstanbul’da, hele bir de sen yoksun ya çok yazık” şarkısının daha uygun olduğunu…
Ama ben yine de yakıştıramıyorum mervem, varsın ayrılık ve kayıp üstüne milyon tane şarkı olsun, sen yine bana bizim şarkımızı söyle usulca, wherever you go, whatever you do, i will be right here waiting for you… Nasıl da bir şarkı seçmişiz meğer. . Bazen diyorum acaba huzursuz ediyor olabilir miyim bu kadar anarak? Ya da saygısızlık ediyor olabilir miyim yazarak? Ama biliyorum sen takılmazsın böyle şeylere.
Bana komik geliyor benim onla şöyle çok anım vardı diye ortaya çıkıp acısının büyüklüğünü insanların gözüne sokmaya çalışmak. Hatta insanlara kalpsiz gibi gözükmüş bile olabilirim kimseyle bir şey paylaşmayarak. Ama söz konusu sensen, ben kimseye bir şey ispatlamak zorunda değilim. O yüzden bir tek şunu söylemek istiyorum ki benim için benimle birlikte hayaller kurduğun için teşekkür ederim. Bana hayallerin vazgeçilmez olduğunu öğretmiş oluşun her ne kadar bizimkilerin hiç hoşuna gitmese de (onlara göre boş işler peşindeyim, hukukta kalmak varken…) ben artık görebiliyorum ki hayallerinden vazgeçmiş bir insan ölmeye başlamış demektir.
Çok da uzatmanın anlamı yok sanırım, ne desem boş çünkü. Doğum günün kutlu olsun.

Tuesday, February 23, 2010

sans bagage et le cœur libéré en chantant très fort

içimdeki sovyet aşkı bambaşka.. dikkatinizi çekerim sovyetler değil, sovyet. tekil. çünkü topluluk olanını değil (bkz. sovyetler birliği) birey olanını gördüm :) anne diyorum bi erkek arkadaşım var artık benim, aa nereli diyor annem (yabancı bulduğumu nerden biliyorsa? rüya işte..) "hani sen st. petersburg diyorsun ya, o leningrad diyor" diyorum. aaaaaaaaaaaa sovyet rusu bulmuşsun diyor annem. o da ne demekse hahaha. senin yaşında sovyetler zamanını hatırlayan rus mu kaldı diye mantık aramayınız lütfen.

yazmak artık bastırılamaz bir dürtü halini aldı bende. bu notları aldığım kağıdı fünikülerde yanımda bölüm başlığı tebliğ, amel ve bilmemne olan bir kitap okuyan başı kapalı bir kızdan rica ettim (zaten öteki yanımda oturan adamın gazetesinde sovyet dönemiyle ilgili bir makale görünce hatırladım rüyamı da) bir önceki yazım için kağıdı da adalet komisyonundaki kızdan müsvedde kağıdınız var mı diye istemiştim, sanırım not defteri taşımamın vakti geldi.

uzun zamandır dinlemiyordum, if i were a rich man şarkısını.
"There would be one long staircase just going up,
And one even longer coming down,
And one more leading nowhere, just for show." özellikle bu kısım beni çok güldürür. one even longer.. sanki mümkünmüş gibi :))) ne zaman dinlesem aklıma annemin zamanında anlattığı fıkra gelir. fakir köylüye sormuşlar, zengin olsan naparsın diye, "soğanın sadece cücüğünü yerim" demiş. insanın hayalgücü ve isteyebilecekleri bile gördükleriyle sınırlı galiba. benimkiler beni her yere sürüklerlerdi peşleri sıra :) annem 5 yaşında Japonyaya götürdüğünde, kıvırcık saçlı olduğum için olsa gerek japonlar beni çok sevmişlerdi. yolda durdurup fotoğraf çektirip (bkz. japonlar ve fotoğraf makineleri) çikolata falan veriyorlardı. geri döndüğümüzde "ben japon kardeş isterim!!!" diye tutturmuştum gerçi ama olsun :)

final bottom is bu kadar yabancılardan ve yurtdışından bahsettikten sonra bu başlığı koymam kaçınılmazdı sanırım.

nothing's gonna change my world

2. Asliye Hukuk Mahkemesindeki stajımı "bitirdiğim" için yeni staj yerim belirlensin diye çıkış kağıdımı alıp Sultanahmet'e gittim. tramvay durağında karşıdan karşıya geçerken, manyağın teki 2 tane küçücük hintli kıza (biri 15-16 yaşında biri daha bile küçük) hadi hadi diye bağırıyordu. daha ben nolduğunu anlayamadan, adam kızlardan birini yolun ortasına itti. öteki istikametten de tramvay geldiği için kız napcağını şaşırdı ve mecburen manyak adamın durduğu yere geri döndü. tramvay geçtikten sonra da korkudan titreye titreye karşıya geçti. ben adama üstüne atlayıp parçalayacakmış gibi bakıyordum ama işte yapamadım. öfkeden gözüm döndüğü anlarda bile bazı şeylere cesaretim olmuyor, basiretim bağlanıyor. ne kadar acıklı ki bu davranışım bana Fight Club filmindeki bir sahneyi hatırlattı. hani o hafta için tek bir ödev verilir; "bu hafta hiç tanımadığınız biriyle kavga edin." adamlar kavga başlatabilmek için neler yaparlar ama sokaktaki kimse onlarla dövüşmeye yanaşmaz. korkak ve pısırıklardır. acırsın o kavgadan kaçınmak için ne yapacağını şaşıran insanlara... bugün öfkem geçtikten sonra ilk hissim o oldu, self-pity. ne kadar zavallı ve acizsin dedim kendime, yazık... birkaç adım gittikten sonra bari kızları bulup adam adına özür dileyeyim dedim ama bakındım göremedim.

onun dışında kendi minik bubble'ımda olup bitenlere dönersek, dün akşam Babylonda Beatles remasters party vardı, ona gittik. kopkopçu hareketin duayeni, her şey için ne kadar teşekkür etsek yetmeyecek olan Ceren Hanım organize ettiği için (hem de 1 gün içinde!) baya kalabalıktık. ama allahtan Babylon çok kalabalık değildi de rahat rahat dağıttık :) Mert'e doğumgünü hediyesi olarak kalp şeklinde kırmızı balon almışlar bi ara abartıp onla voleybol oynamaya başladık, kendi aramızda başlayan oyun balonun hakimiyeti haliyle biraz zor olduğu için bütün salona yayıldı :) ben bi ara kaptırdım adamın bitanesinin suratının ortasına şak diye geçirdim (sağ elimle çok güçlü vurmuş olamam diye kendimi avutmak istiyorum ama bu büyük ellerle..zor..) adama vurduğumu gören Tantan tepine tepine gülmeye başladı meğer benden hemen önce balona vurcam diye aynı adamın suratına o da vurmuş hahahaha :)))) adam koşar adımlarla salonun öbür ucuna gitti. hem yüzmeden bir arkadaşım da geldi.. güzeldi velhasıl kelam

staja gelirsek, güzel geçiyor. its getting hard to be someone but it all works out demek istiyorum :) kuzenimin Avusturyalı kocasının en sevdiği kelime öbeğiyle bağlayayım, inşallah maşallah...

Thursday, February 18, 2010

freudien

Az önce bir iş takibi için grafikerler dünyasına yollandım. Geçen haftadan beri peşimi bırakmayan öksürük dalgasına kapıldığımda, yeni kızdır onun sağlığı umrumuzdaymış gibi yapalım diye düşündüğünü düşündüğüm grafiker arkadaş “sen de kötü öksürüyorsun” dedi. Müthiş bir freudien dil sürçmesi örneği göstererek “ya ben kuru öksürüyorum” diyeceğime “ya ben kuru öptürüyorum” dedim ki oy oy oy. Yeni kız falan diye gözümün yaşına bakmadan baya dalga geçtiler. Mağmanın yolları taşlı…

Tuesday, February 16, 2010

disruption

binaları çok seviyorum. perpa gibi hilkat garibesi olanları değil tabii ki. güzel binaları.. ama güzel binadan kastım da sadece klasik fransız mimarisi falan gibi değil bauhaus tarzı binalar da çok hoşuma gidiyor. centre pompidou da iç mekandan maksimum yararlanabilmek için, yer kazanmak için boruları binanın dışında olacak şekilde tasarlanmış. bence o boruların ve yürüyen merdivenlerin görünebilir olması ve farklı renklere boyanmış olması sadece çok sevimli değil aynı zamanda estetik. bir o kadar sevdiğim bir başka şey de binaların içleri (apartman çocuğu diye buna mı deniyor nedir :P). ve şuan staj yaptığım yer bir iç mekanda aranabilecek bütün özellikleri barındırıyor, kesinlikle buraya aşık oldum! bir defa duvarlara bitişik dolanan kocaman boruları var, bana kalsa onları fosforlu renge boyardım o ayrı :) bana pompidouyu hatırlatması bile yeterli :) 2 katlı ama yukarı kattaki odalar asma kat şeklinde olduğu için yüksek tavanlı, merdivenler de dolgu değil ve yürüme yolları köprü gibi, bir tarafı aşağıya boşluğa baktığı için onlar da asma izlenimi veriyor. kapıdan girer girmez yuvarlak bir alana geliyorsunuz, tam karşıda bir basket potası, sağda katlanmış duran masa tenisi masası, solda da birkaç tane masa var, sabah geldiğinizde arasına peynir koyulmuş simit bulduğunuz... hem bu ortadaki alanda hem de ofis tarafında, duvarlarda her yerde çok dikkat çekici fotoğraflar, baskılar, grafikler var. benim kafamı kaldırdığımda gördüğüm ise tüy kalemle yazılmış gibi duran "the pen is mightier than the sword" baskısı. tam karşımda ise hayata düz bakmayı reddedip, yüzünde muzip bir gülümsemeyle, kafasını eğip bacaklarının arasından bakan smiley figürü, üstünde "disruption" yazısıyla. zaten şirketin felsefesi de bu. oraya buraya serpiştirilmiş samplelar, masaların ortasında duran bir bisiklet, boydan boya kırmızıya boyanmış duvar... çok güzel çok. her ne kadar the good, the bad and the ugly filminin ennio morricone'nin müzikleri olmadan sıradan bir westernden hiçbir farkı olamayacağını düşünsem de insanların desktopunda background olarak görmek... paha biçilemez. kendimi burada ucube gibi hissetmiyorum, buraya uyduğumu hissediyorum ve daha çok erken belki ama aynı kafadan olduğumu düşündüğüm insanların arasındayım. galiba yıllarca hukukla aramda kurmaya çalıştığım (ya da benim adıma kurmaya çalıştıkları) aidiyet hissinin oluşmamasından sonra bu tam ihtiyacım olan şeydi. ne kadar kalıp ve tanımlara karşı olduğumu söyleyip dursam da eğer bu iş benim tanımım olursa, bunu başarırsam bundan çok mutlu olacağım gibi geliyor.

Sunday, February 14, 2010

challenge

heey, turns out i am the modern, cool nerd :) o coolluk kısmını da, atletik olarak kendini nasıl değerlendirirsin ve dans etmeyi biliyor musun sorularından kazanmış olduğumu düşünüyorum. yoksa pek kaçarım yoktu :))
*When you catch someone in a spelling or grammatical mistake, are you likely to mention it?
benim bu soruya hayır diyebilmemin mümkünatı yok. çarpılırım çünkü :) hayır diyorum, dilara bak yine antipatik olacaksın, yapma şunu, uyumlu ol. Sana ne, sen mi koydun imla kurallarını ki bu kadar kişisel alıyorsun ve kendini engelleyemiyorsun? böyle gelmiş böyle gidecek korkarım vallaaaaa yok mu çaresi dostlar fesupanallah..
bunun gibi sürekli tdknın sitesine girip kelimelere bakmamdan tut, nam salmış sakarlığıma, eskiye olan merakıma ve film, dizi ve kitaplardan alıntı yapmama kadar içimde yatan nerdü ortaya çıkarmaya yönelik bir sürü komik soru var. ilgilenenlere

valentine

aaaah aahh hatırlıyor musun sevgilim, geçen sene bugün montmartre a çıkmıştık, hava günlük güneşlikti, sacre coeur'ün önündeki gitarist çok güzel çalıp, söylüyordu. senin de o gün pek keyfin yerindeydi, hiç huysuzluk yapıp da burnumuzdan getirmemiştin, tam tersi seni oraya götürdüğüme çok sevinmiştin, gözlerin dolmuştu mutluluktan... bak işte yine bir sevgililer gününde daha başbaşayız ve ben seni her zamankinden daha da çok seviyorum dilaram. sen benim valentine'ım sen benim lobster'ım, herşeyimsin sen benim.

Thursday, February 11, 2010

çocuk doktoru

Pzt ilk nezle olduğumda ilaç almayı ihmal ettiğim için nezle dün boğazıma indi, bugün de öksürmeye başladım. Ve sabah kalktığımda birden bire çocuk doktorum aklıma geldi. Belki de en son o zamanlar öksürdüğüm içindir. Ben “biraz” yapılı, domuz gibi bünyeye sahip bir insanımdır da hehe ☺ ben çocuk doktorumu çok severdim. Ki ben kimseyi sevmeyen, kimseyle konuşmak istemeyen, saatlerce kendi başına oynayan, cebren ve hile ile başka çocukların yanına konduğum zaman onları huzursuz edip, dışlanmayı başaran ve tekrar sessizliğime çekilen bir çocuktum. Kardeşim de olmadığı için saatlerce kimseyle konuşmama lüksüm vardı. Aslında bu asosyalliğim uzun yıllar devam etti. Şimdilerde dahi her ne kadar sosyal kelebek olarak algılansam da malesef birilerini sevmedim mi bunu çok çabuk belli ederim. Engelleyemiyorum.. politik olmayı, idare etmeyi başaramadım. Aynı cem yılmazın kadınlar mı yalan söyler erkekler mi skeçinde olduğu gibi. O mekanizmaya bu yaşa kadar dokunmadıysan bu yaştan sonra zor ☺ Bütün bunlara rağmen o çocuk doktorumu çok çok severdim ve sevinirdim ona gideceğimiz zaman, mehmet çetiner... Her zaman güleryüzlüydü, benle konuşur, dinler ve cevap verirdi. Belki gülüyorsunuz şuan, başka napacak diye ama bence bunlar 4 yaşındaki bir çocuk için çok önemli şeyler. Ve de her zaman muayene bitince o sarı yassı lolipoplardan verirdi ☺ Caddebostanda tarım köyişleri binasının hemen karşısındaydı muayenehanesi. Büyülü bir odası vardı, şuan geri dönüp baktığımda sanki gerçeküstü gibi geliyor. Kokusu bile bambaşkaydı, ahşaptan döşenmişti her yer, belki de ahşap kokusudur, o kadar severdim ki o kokuyu şuan duysam ağlamam gelebilir aynı klor kokusunu duyduğumda olduğu gibi. büyük zaafım vardır ahşap evlere belki bu yüzdendir, hoş henüz hiç birinin içinde bulunmadım, metruk olanının bile... aslında aylardan da şubat, hele de bu pazar sevgililer günü adada kimsecikler olmaz, alcaksın en yakın arkadaşlarını ve şaraplarını, bulcaksın bir metruk ev uzaktan deniz gören, oturcaksın merdivenlerine ve koycaksın bang bang şarkısını nancy sinatradan... romantiklikse bu da benim romantizmim...

Wednesday, February 10, 2010

tandanslarım :)

Yazmaya başladığımdan beri çok mutluyum. Düşüncelerim o kadar beynimde yankılanıyordu ki ne kitap okuyabiliyordum ne de film izleyebiliyordum. Şimdi üstümden bir yük kalkmış, beynim azad edilmiş gibi. Şimdi hani sait faik de yazmasaydım çıldırabilirdim demiş ya onun gibi diyeceğim ama kendimi onla bir tutmuşum gibi olacak, olmayacak. Aa oldu bile :P şaka değil bu ülke Süleyman Demirel gördü arkadaşlar. Adam bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz demiş bir adam. Paradox gibi gözükmekle birlikte gayet bilinçli söylenmiş bir cümle aslında. Gayet de babalar gibi söylemiş oluyor dedirtemezsiniz dediği şeyi hehe ☺ ha bunu diyen şunu da dedi; ege bir yunan gölü değildir, ege bir türk gölü de değildir binanaleyh ege bir göl değildir.. hoş aynı zamanda protestoları kâle* almadığını belirtmek için yollar yürümekle aşınmaz demişliği de var. Bu kadar yaratıcı demeçler verdiği için pro-anything eğilimli bir insan olmama rağmen kendisine sempati duyabiliyorum. Eğilim deyince de aklıma fransızca kursunun gelmemesi mümkün değil. kurstaki arkadaşlarla aramızda geyik oldu artık. tendance kelimesi çıktı birgün, sözlükten bakıyorlar “temayül”.. hmmm baya anladık.. espri oldu artık temayül.. sanırsın 1910 sözlüğü, arapça farsça kelimeler dolu.. bana sordular şansa ben biliyordum. Hayır temayül kelimesini bilmiyordum yanlış anlamayın, 4 senelik hukuk hayatımda bile o kelimeyi görmemiştim. Tandans kelimesini türkçede kullanan arkadaşım var ordan biliyordum..
*Ayrıca madem artık ayan beyan adım tdk’ya çıktı ve madem bende artık en büyük hobilerimden birinin konuşurken ya da yazarken kelimelerinin büyük ünlü uyumuna uyup uymadığını inceleyip, uymuyorsa hangi kökenden geldiğini araştırdığımı gizleme gereği duymuyorum o zaman en rahatsız olduğum şeylerden birinin de a’nın üstündeki şapkanın kaldırılması olduğunu söyleyebilirim. Evet hepimiz konuşurken farkında olmadan yapıyoruz o ayrımı tabii ki ama işte ben çok eksikliğini hissediyorum ☹ benim adım da bile olması lazım. (hatta bu lazımda da olması lazım, lazım da lazım!!!) şapkanın kaldırılmasından duyduğu sıkıntıyı ilkokul sınıf öğretmenim ya da ortaokul türkçe öğretmenim dile getirmişti. (4 okul, 8 sınıf değiştirdim lise sona kadar have a little mercy) o gün bugündür bende a’nın şapkasını düşünürken bulurum kendimi. Adımı şapkayla yazan yaşlı insanlara da sonsuz sempatim vardır hehe ☺

Saturday, February 6, 2010

the way we were

the way we were filmi vardır. adam deliler gibi sever o nevi şahsına münhasır kadını. kadın birgün çok kolay bir insanım o yüzden böyle oldu di mi der. kendini kolay mı sanıyorsun? neye kıyasla 100 yıl savaşlarına mı? der adam. ve yıllar sonra büyük bir tutkuyla sevdiği o adamı görür kadın, yanında adamı "yormayan" yeni kız arkadaşıyla. düz saçlıdır o kız... kadın adamın yanına gider, usulca saçını okşar, "your girl is lovely hubbell" der.
her zaman düz saçlıdır o kız... carrie bradshaw da mr. bigin o yeni kızla evleneceğini duyduğunda bu filmi hatırlamadan edemez, dayanamaz gider, adam yanına gelir, your girl is lovely hubbell der, i dont understand der mr. big, you never did der carrie. ve arkasını dönüp yürümeye başlar.
o adamların yaşayıp yaşayabileceği en özel ve en güzel şeydir oysaki bu kadınlarla olan ilişkileri. o ilişkide benliklerini bulacaklardır. siz görürsünüz bunu, o göremez. sessiz bir çığlıkla bağırırsınız bunu ona. anlamayan bakışlarla bakar gözünüzün içine. götürüsünden korkarak getirisini hesaplayamaz ve öylece bırakır gider fırsatı ellerinden. buruk bir gülümseme yerleşir yüzünüze ve arkanızı dönüp yürümeye başlama zamanıdır artık. hayat böyle bir şeydir, bazen sadece seyirci olursunuz.

Thursday, February 4, 2010

il a l'air d'etre petit

insan bir şeyi ne kadar az bilirse, o konuda o kadar çok konuşup ahkam kesiyor. ukte mi oluyor içinde nedir, diline vuruyo herhalde. hani şener şenin ziya karakteri vardır ya, charlie's angelsdaki farah fawcettle falan yaptıklarını anlatır durur :))) benim ki de o hesap galiba. ben de hayal gücümünde yardımıyla bu tarz şeylerde öyle 1e 1000 katıp anlatıyorum ki millet beni expert sanıyor. ama ben insanları güldürmeyi çok seviyorum, zaten çok yakın arkadaşlarım sadece yazdığımı biliyorlar gülüp geçiyorlar. hakkaten artniyetli fesat vs insanlar varsa da ben napiim. çocuk gibiyim hala, espri yapıyorum hemen insanların tepkilerine bakıyorum onlar gülüyorsa ben de acayip eğleniyorum. onay beklemek mi dedin?
ama işte ne kadar verbal olursam olayım bugün yine çok komik bir şekilde hiçbir bok bilmediğimi kanıtladım.. çocukluk aşkım amerikaya gitti geçen ay, bir çocukla arkadaş olmuş, gerisi copy paste:

ben- gelirken yeni zenci arkadaşını da getirebilirsin :)

yüzmeden bir arkadaş- hahahah hayirdir dilara?:) thomas sarisindi mavi gozluydu noldu birden:D

ben- çeşit iyidir sibelim :)) sarışının yeri ayrı bunun yeri ayrı ;))

çocukluk aşkım- haha bula bula buldugun adama bak ya :)
takimdaki 2kiriktan birini sectigin icin seni tebrik ediyor basarilarinin devamini diliyorum dilaracim :)

ben- of ben hakkaten anlamıyorum hiç bu işlerden galiba, havlu mu atsam nedir? :)

çocukluk aşkım- hahah bilmiorum da takimin en ibnesini buldugundan dolayi tebrik az gelir madalyayi hakettin :)

Monday, February 1, 2010

it's complicated

perşembe akşamı alkentin içindeki cinecityye gittik. it's complicated filminin ön gösterimi vardı, hediye falan da veriyorlardı. orada böyle "girls night out" yapıyorlarmış her ay, salona erkek alınmıyor :). filmden önce blanche rose şarap ikram ettiler, filme girerken de, la prairie eşantiyon ürünlerinden hazırlanmış bir torba tutuşturdular elimize. bir arkadaşım o sırada bunları erkek arkadaşına söylüyordu telefonda, çocuk da "ayy ne heyecanlıı" dedi. galiba erkeklere çok komik geliyor böyle şeyler ne de olsa marstan geliyolar :P filme gelecek olursak, spoiler vermeden konusunu ve yorumlarımı anlatayım. alec baldwinle meryl streep boşanmış iki insan, alec karısını aldattığı genç kadınla evlenmiş. bir şekilde bunlar tekrar bir araya geliyorlar. meryl streep kaç yıl evli kaldığı adamın metresi durumunda buluyor kendini birden :) hayatımda izlediğim en güzel romantik komedilerden biriydi, bazı yerlerde gülmekten kasıldım resmen, özellikle çocuğun fatherinlawuyla pot kiss yapışı beni benden aldı (c.r.a.z.y. filmindeki gibi tam bir pot kiss yapmıyolardı ama işte alec damadına nefes üflüyodu hehe) ama izlerken bir yandan da şunu farkettim ki, her ne kadar ben annemle babamın boşandığını öğrendiğimde sevinçten okula seke seke gittiysem de, benim annemle babam da birebir aynı sebepten boşandıkları için, alec baldwini ne kadar sevsem de, çok komik bulsam da (bkz. 30 rock) bu filmde de inanılmaz sevimli olsa da filmi izlerken sürekli kendimle çelişiyordum. hem çok güldüm, adamın davranışları falan çok hoşuma gitti ama bir yandan da sürekli allahım nolur kadın ona dönmesin, affetmesin deyip duruyordum. galiba bu konularda yıllar pek bir şeyi değiştiremiyor.