Wednesday, March 31, 2010

Thinking out of the box

Dün gece hayatımın ilk “out of box thinking”ini gerçekleştirdiğimi düşünüyorum, iş için üzerinde düşündüğümüz bir konuydu, bugün işe gelince söyledim, beğenildi ama o çalışmayı hazırlayıp yollamışlar. Büyük ihtimalle kullanılamayacak. Ama olsun yıllardır duyduğum deyimin ne olduğunu anlamış oldum kendi çapımda :) İnşallah tek bir seferle sınırlı kalmaz hihi :)


Bu arada nerden gelmiş bu “out of box thinking” deyişi diye merak ettim, biraz deştim. Bu deyim Amerika’da 70li yıllarda ortaya çıkmış. O yıllarda çok popüler bir bilmece varmış; alt alta 3 satır halinde 3 tane yuvarlak çiziyorsun ve elini hiç kaldırmadan bu yuvarlakların her birinin üstünden lineer çizgiler halinde geçmeye çalışıyorsun. Yuvarlakların sınırlarıyla bağlı yapılmaya çalışıldığında mümkün olmuyor. Ancak biraz dışarı taşarak çizdiğin zaman başarabiliyorsun. Dolayısıyla başarman için şeklin dışında düşünmen gerekiyor.

Buyrun;

Monday, March 29, 2010

Just wanted to praise you

Birkaç sezonunu kaçırmadan izlemiş olmama rağmen uzun bir süredir 24’ü izlemediğim için aklımdan çıkıvermiş. Kiefer Sutherland’in a.k.a. Jack Bauer’ın sesi nasıl bir sestir. Sanırım en seksi ses bu adamın. Sırf “previously on 24” deyişini duymak için erkenden televizyonu açar, dolayısıyla bütün özetleri tekrar izlerdim. Teletabileri yaş haddinden teğet geçebilmiş olsam da, ben de Jack Bauer’ın tekrar özetleri sayesinde salaklaşmış olabilirim. Ne de olsa çekirge öyle çok sıçramaz, bir yerde takılıverirsin çarklara. Takılmasan Chaplin olursun ki kaç milyonda bir çıkıyor.


Benden anca bu kadar Chaplin oldu;


Ayrıca tümevarımsa en kralı, Chaplin de solak, bende solağım, e o zaman hepimiz Chapliniz yok o ermeniyizdi. Ya da;
evet en güzeli bu oldu hehe :)

Sunday, March 28, 2010

Sinister

Erkeklerin bile sütyen uzmanı (3. ve 6. dialoglar) kesildiği bir çağda, sütyenler sadece sağlakların arkada bağlayabileceği şekilde ayarlandığı için bunu bile yapabilmekten aciz olan bir solak olarak -önde bağlayıp arkaya çeviriyorum o kadar travmatik bir durum değil ama günlük hayata dair ilginç bir örnek vermek istedim- birazdan bahsedeceğim konuda hep biraz hassas olmuşumdur.

Cennetin sağ, cehennemin sol tarafta olduğu inancından ötürü, bütün tek tanrılı dinlerde sol ele ve solak olmaya en hafifi uğursuz olmak üzere bir sürü sıfat yakıştırılmış. O gün annemin ingilizce kitabında gördüğüm kadarıyla sadece eski Mısır’da ve eski Peru’da inkalılarda solun olumlu çağrışımları varmış. Mısır’da eve sol ayakla girmenin şans getirdiğine inanılıyormuş, Peru’da ise solak olmak toptan şanslı olmak olarak görülüyormuş.

Hala daha karşılaşılabilen bu olumsuzluklar yüzündendir ki bir süre sonra umarsız oluyorsunuz ve solak olan birini gördüğünüzde minik bir gülümseme beliriyor yüzünüzde sanki gizli bir şeyi paylaşıyormuşsunuz gibi. Hatta içlerinden birisi bunu farkettiğini dile getirdiği zaman genelde neye güldüklerini bilmeden gülümser solaklar birbirlerine.

Neyse demek istediğim şu ki haliyle kanıksıyorsun bu durumu bir süre sonra, zamanında solak olanların cadı diye yakıldığını da, insanların (fazla uzağa gitmeyelim, annem) zorla sağlak yapıldığını da... ama o gün bir şey oldu ki kayıtsız kalmam mümkün değildi.

Nereli olduğumu sordular, Türkiye’de önemli olanın babanın kütüğünün nerde olduğu olduğunu bildiğimden, “İstanbul ama babam 20li yaşlarına kadar Adana’da yaşamış” dedim.  Aa Adanalısın o zaman deyip eklediler, geçenlerde de Adana’da at eti yedirildiği ortaya çıkmış... “aman farkında olmadan ne etler yiyoruz kim bilir” dedim.  Adam “evet, hem zaten savaşta aç kalınca atın sağ tarafını yemek mübahmış” dedi.  Benim kan beynime hücum etmeye başladı ama hadi dedim dur dilara sakin ol belki de sandığın gibi değildir. Ve sordum, neden sağ tarafı? Çünkü dedi, dinen sol tarafı yemek günah.

Dilim döndüğünce açıklamaya çalıştım, çocukları da zorla solak yapmamaları gerektiğini, geri dönülmez zeka kaybına yol açtığını (beynin dominant olarak kullanmaya programlandığı tarafı zorla değiştirerek) falan filan, ama bu konuda konuşmaktan hakikaten yoruldum, bir işe yaradığını bilsem her gün tekrarlarım okuduğum bilimsel olarak kanıtlanmış olan bilgileri ama insanlar dediklerimi umursamayıp gülüp geçtikçe şevkim kırılıyor.

Ve eğer atın sadece sağ tarafının yenmesi, cahil insanların dini yanlış yorumlaması değil de gerçekten dinde yer alan bir şeyse, ben sağ taraf günah gerekçesiyle tam 2 kat fazla at öldürmeye yol açan bir dinin mensubu olmaktan utanıyorum. (öteki dinlerde de öyleymiş dedin ya demeyin, adamlar bu dogmaların neredeyse tamamını ortaçağda bırakıp, dönemin adını da boşuna karanlık çağ olarak değiştirmediler)

bir adım

Üstümden ölü toprak atmış gibi hissediyorum. Bunca yıl hiç umurumda olmamış hukuktan sonra nihayet içimdeki o boşluktan kurtuldum. Stajımdan çok mutluyum, çok şey öğreniyorum, daha da önemlisi öğrenmek istiyorum. Tamamen ezber bozmuş durumdayım, bu yolda nasıl ilerlenir, izlenecek yol nedir, nereye varılır hiçbir fikrim yok, sadece içgüdülerimi dinlemenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum :)

Benim ufkumu çok açacağını düşündüğüm bir insanın yanında stajyerim.  Şu aralar herkesin konuştuğu Anadolu Sigorta’nın 85. Yıl reklamını da o yazdı.  Daha stajımı uzatıp uzatamayacağımı bile bilmiyorum ama yine de bazen bazı insanların kişisel gelişiminizde ne kadar büyük rol oynadığını düşünmekten de kendimi alamıyorum. Lisede böyle bir öğretmenim vardı benim. Sona Küçükyan. Coğrafya, tarih dışında bütün sosyal derslerine o girerdi. Onun verdiği bütün derslerden notum 5 olduğu için artık öğretmen- öğrenci modunda takılmıyorduk pek. Bana bazı bağnaz öğretmenlerden gizli Turan Dursun kitapları verir, Fahrenheit 451  gibi filmler izletirdi. Onun dersinde en öne geçerdim, o da sandalyesini benim önüme çekerdi, gözgöze ders işlerdik, bir keresinde arkamda oturan çocuk “biz çıkalım siz başbaşa ders yapın” diye sitem etmişti :) ben de onun “ilk”iydim ama... :) prensip olarak kimseye 100 vermediği halde (ben dahil, kimse %100lük değildir derdi) benim yaklaşık 10. 99umdan sonra 99 yazıp üstünü çizip 100 yapmıştı :) benim 16 yaş cehaletimle Kürtlere karşı atıp tutmama bile hiç sinirlenmez, “nasıl olsa birkaç sene içinde fikirlerinin değişeceğini biliyorum” derdi. Çoğunluk olmanın verdiği sorgulamazlıkla (istisnalar kaideyi bozmaz) azınlık olmanın verdiği farkındalığın ayırdına ilk o zaman varmıştım sanırsam. Şuanki aklım olsa sosyoloji okurdum zaten. Ama 17 yaşında bir kız olarak, jenerasyonlara kök salmış altın bilezik mantalitesine nasıl karşı koyabilirdim ki. Evet okul bitti gitti ama o 4 seneyi daha verimli geçirmiş olabilirdim diye düşünmekten kendimi alamıyorum işte.  Şikayet etmemek için kendi kararlarını kendin vermek gerekiyormuş bunu öğrendim.

Sorgulamam mutlu olduğumu belirtiyor, mutsuz olunca yatıp uyuyan ve numb konuma geçmeyi tercih eden biriyim çünkü. Bir de bu aralar çok duygusalım, resmen sevgi fışkırıyor, kedi fenalık geçirdi artık tutup öpmemden ama onun dışında hakkını veremedikten sonra neden duygu yumağı olarak yoğrulmuşum bilemiyorum. Kahrolsun dizginlenemez hormonlar, kahrolsun ebedi pms :)

Thursday, March 18, 2010

Başkalarının Hayatı

Fransızca dersinde ekoloji konusunu işlerken bir audio dinledik. Alman bir kız, hafif aksanlı Fransızcasıyla Almanya’da ekoloji sisteminin nasıl işlediğini anlatıyor. Güneş enerjisi sistemine geçmek için çatınıza plakalardan taktırmak isterseniz bu plakaların metrekaresinin 100 euro’sunu Alman hükümeti karşılıyormuş (toplam m2 fiyatını vermedi) aynı zamanda da eğer elde ettiğiniz enerji ihtiyacınızı aşarsa kilowatt başına 0.9euro verip sizden ürettiğiniz enerjinin fazlasını satın alıyormuş. Diyarbakırda olsa küçük çaplı bir servet edinebilirsiniz de Almanya’nın güneşinin kendine bile pek hayrı yok :)


Çok çok beğendiğim bir filmden çok etkileyici olduğunu düşündüğüm bir sahneyi hatırlattı bunu dinlemek bana. “Das Leben der Anderen” Türkçesi, Başkalarının Hayatı. Doğu Almanya’da gerilimin doruk noktasına ulaştığı, herkesin denetlendiği endişe dolu 80li yıllarda geçiyor film.

Bir gün yemekhanede öğle yemeği yerlerken çocuğun biri keyifli keyifli fıkra anlatmaya başlar;

Bir yoldaş, her gün kalkınca Günaydın Güneş dermiş, o da günaydın Max, nasılsın bugün diye cevap verirmiş. Öğlen aynı şekilde, -Tünaydın Güneş, -Tünaydın Max, nasıl güzel geçiyor mu günün? Akşamüstü olup Max güneşe İyi akşamlar Güneş dediğinde, güneşten cevap yok… Max alınıp Neden bana cevap vermiyorsun diye sorunca, Ben artık Batı Almanya’dayım, senden bana ne? cevabını aldığını anlatırken sizin de yüzünüze bir gülümseme yerleşir, gerek fıkranın komikliğinden gerek çocuğun coşkusundan…

Birlikte yemek yediği arkadaşları gülerken, masanın öbür ucundaki yüksek rütbeli şahıs abartılı bir şekilde gülüp çocuğun yaka numarasını sorduğunda, yüzünüzdeki gülümseme öylece donakalır. Çocuğun kanının çekildiğini fark edersiniz, size çok uzun gelen saniyelerden sonra yüksek rütbeli bu sefer gerçekten gülerek şaka yapıyorum, komik fıkraymış der.

Çocuk nefes almayı başarır, gerilen omuzları iner ama sizin sinirleriniz laçka olmuştur, doğru dürüst rahatlayamazsınız bile, bunun olabilitesinin yüksekliği üzerinize çöreklenir.

Filmde başrol oynayan adam aynı zamanda Michael Haneke’nin 10 sene aradan sonra yeniden bu sefer İngilizcesi çekilen meşhur Funny Games filminin orijinal versiyonunun da başrol oyuncusudur. Filmin çekimlerinden hemen sonra vefat etmiştir. Funny games’in yeniden çekilmiş versiyonunun da komik bir hikayesi var, filmin orijinalinde aile polisin numarasını bilmediği için arayamazken, Amerika’da nine one one’ı (911) bilmemek mümkün olmadığı, bu kimseye inandırıcı gelmeyeceği için, senaryoda değişikliğe gitmek zorunda kalmışlar.

Friday, March 12, 2010

Keşif

Ben 5-6 yaşlarındayken bir gün annem uçuşa gidecekti, beni yol üstünde anneanneme bırakıp havaalanına devam edecekti ve çok acele etmesi gerekiyordu. Beni yıkadıktan sonra sen burda kurulanırken ben de giyinip geleyim dedi ve içeri geçti. Ben de banyoda kurulandıktan sonra, annişkomun acelesi var, öyle boş durmayayım, ona yardım edeyim diye etrafıma bakınırken gözüme tuvalet fırçası ilişti. Uğur Gürsoy’un çöpten abuk subuk şeyleri toplayan ve onları kullanacak fırsat kollayan efsanevi karakteri Fırat edasıyla gözüme kestirdim tuvalet fırçasını. Onun özgülenmiş olduğu amaçtan bihaber, sanki orda boş duruyormuş da onu değerlendirmeyi ben akıl etmişim gibi büyük bir keşif coşkusuyla tam zevkle saçımı taramaya başladım ki...


Hikayeyi bu kadar net hatırlıyorsam, bu annemin hala kulaklarımda yankılanan çığlıkları sayesindedir. Annem hikayenin kendi versiyonunu anlatırken ay bide hoşnut hoşnut sırıtıyordu der. Diyorum ya keşfimle gurur duyma sırıtışıydı o!

Beni tekrar yıkamaya vakti de yoktu, anneanneme kadar yolculuğu o halde yapmıştım.

Wednesday, March 10, 2010

Şeker kız Candy'yi kaçırmayan siyasetçi

Öğle tatilinde masamda otururken, içerden ıslıkla kol düğmelerinin çalındığını duymayı seviyorum. Bunun sadece ihtimalini bile sevebilecekken hem de...


Böyle başlamayacaktım. Hayır. Şeker kız Candy...

Şeker kız Candy’nin gelişimini yakınen takip ettim. Eliza en azılı düşmanımdı, Candy adına sinirlenir, söylenirdim (Candy sinirlenen bir insan değildi, güler geçerdi ki bu Eliza’yı daha da sinir ederdi.) Antony öldüğünde 4. Sınıftaki ilkokulum (3. Okulumdu da) olan Örnekal’da ha gayret bayraklar yarıya indiriliyordu, okul olarak 1 hafta başka bir şeyden konuşmamış ve sürekli ağlamıştık (en azından ben.)Bir çizgi filmde ana karakterlerden birinin ölmesi travmatik bir etki yaratmıştı bende.

Geçen sene 50 kadar bölümünü Youtube’dan tekrar izledim. Antonyli bölümleri izlerken çok kötü bir ikileme düşmüştüm. Öleceğini bildiğim için geciktirmek istiyordum ama bir yandan da onun olduğu bölümleri izlemek. Sanki yeniden ölmüş gibi oldu benim için, mümkünse eğer, gecenin 3ünde hıçkıra hıçkıra ağlayarak uyuyakaldım. Sanırım insanın çocukluğunda hafızasına yerleşmiş olan şeyler onu daha çok etkiliyor, “biz büyüdük ve kirlendi dünya” efektini ortadan kaldırmış oluyorsun, 10 yaşındaki Dilara izliyor onu...

Aynı zamanda da engrishimi geliştirmiş oldum. Japonca sesli, ingilizce altyazılıydı videolar ve ingilizce altyazısını Amerikalı Japon bir kız hazırladığı için Japon ingilizcesi olan engrishte uzmanlaşmak üzereydim ki Türkiye’ye döndüm ve bölümlerin geri kalanını izlemeye ne vaktim ne de tunnel uzantılı girilen Youtube’un videoları bir açıp bir açmamasıyla uğraşmaya sabrım oldu. Aslında 50den sonraki bölümler, Türkiye’de de yayınlanmamış olan bölümler, bir fırsat olsa da izlesem...

Hala daha en sevdiğim çizgi film olmasına rağmen, ilk olarak şu yaşımda izlemiş olsam bu kadar sever miydim bilemiyorum. Ama başkaları benim gibi düşünmüyor demek ki. Nitekim Şeker kız Candy’yi bir gün bile aksatmadan izleyen isimlerden biri de Alparslan Türkeş imiş. Gerisi Ekşisözlükten geliyor buyrun;

“Oral Çalışlar 'ın Oradaydım belgeselinde açıkladığı üzere; siyasi liderler, 12 eylül 'den sonra, aynı çatı altında, hapishanede zaman geçirirken, Alparslan Türkeş 'in tek başına, o yanındaki sivil askerleri olmaksızın tv başında her bölümünü izlediği tek tv yapımıymış.



Oral Çalışlar bir gün sormuş; "Neden bu çizgi filmi izliyorsunuz?", Türkeş de cevaplamış; "..Çok insani buluyorum.."



Yakın tarihimiz, çok ama çok ilginç anılarla dolu, Alparslan Türkeş ve şeker kız candy, hiç yanyana düşünmezsiniz değil mi?”

Monday, March 8, 2010

Kartalkaya

Haftasonu Kartalkayadaydım. Hayatımda çok kar tatili yapmışlığım olduğu söylenemez, zaten yüzdüğüm zamanlar (yüzme yumuşak spor olduğu ve dizler hassaslaştığı için sakatlanma riski yüksek olduğundan) kaymam yasaktı (basket, futbol tarzı ani dönüş, dize baskı gerektiren sporlar da yasaktı, bizim çocuklar oynarken yakalanıp ceza yer dururlardı.) Dolayısıyla kısıtlı olan tecrübemi de göz önünde bulundurarak değerlendirecek olursak, Golden Key oteli gördüğüm en güzel dağ oteliydi. Hem otel çok güzel ve konforluydu hem de çalışanlar çok sempatikti. Ama bir şey var ki değinmeden edemeyeceğim, lobideki sandalyelerin üstüne boy boy tilki postu atılmıştı. Dehşete düştüm resmen ilk gördüğümde. Hayvan hakları bilincinin uluslararası olarak ivme kazandığı çağımızda, bu kadar modern bir otelde böyle bir şey görmek beni gerçekten çok rahatsız etti. Ziyaret defterine de yazdım, umarım bir an önce kaldırırlar.


Onun dışında komik bir şey farkettim. İnsanlar ayaklarında kayak ayakkabıları olduğunda, Saturday Night Fever filmindeki John Travolta gibi yürüyorlar, yaylana yaylana hehe :)

İnsanları öyle yürürken izlemesi çok keyifliydi. Sucuk-ekmek eşliğinde (e tabii ki yani) etrafa bakınarak baya bir eğlendim kendi çapımda :)

Never underestimate the power of denial

Kendini kandırmanın dayanılmaz hafifliği hiçbir şeye değişilemez. Mesela benim cepheme bakacak olursak; sürekli bir atıp tutmalar, yok şuraya da gideceğim şunu da yapacağım demeler. Gerçekten gitsem kaç yazar... benim tatilden bütün anladığım; “tatilde hareket edilir, oturulmaz, bu yüzden yediklerini yakacağın için istediğin kadar yiyebilirsin” mantalitesiyle mütemadiyen yemek yemektir. Gittiğim yeri bile doğru dürüst gezebiliyor muyum şüphelerim var. Üniversiteye başlayacağım yaz, annişkomla 5 günlüğüne Çin’e gittiğimizde tam 3 kilo almıştım. “Tatilde hareket edilmesine” rağmen, 5 günde 3 kilo alacak şekilde yemeğe mesai harcadıysam Çin’den ne anlamış olabilirim gerçekten çok merak ediyorum!


Ama asla inkarın gücünü küçümsememeli değil mi?

En sevdiğim filmlerden biri American Beauty’dir ve “never underestimate the power of denial” repliği o filmde geçer. Kevin Spacey zoraki katıldığı bir resepsiyonda yan komşusu olan çocuğa rastlar, çocuk garsonluk yapmaktadır. Resepsiyonun sıkıcılığından bunalıp dışarı çıkarlar. Çocuğun patronu gelip, “işinin başına dön yoksa kovarım” deyince çocuk istifa eder. Kevin spacey “nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun” diye sorar. “Bu işi babam için göstermelik olarak yapıyorum, saatte birkaç dolar ödeyen işle birkaç yüz dolarlık elektronik eşyalar alabilmemi hiç sorgulamıyor, çünkü öyle olduğuna inanmak istiyor. İnkarın gücünü asla küçümseme” der.

Thursday, March 4, 2010

Pere Lachaise

Yazmakla ilgili söylenmiş sözlere bakıyorum da "Writing is like prostitution. First you do it for love, and then for a few close friends, and then for money." demiş Moliere. Çok hoşuma gitti :)
Hoş ben daha sadece 2. aşamadayım, 3. aşamaya geçip geçemeyeceğim meçhul...

Moliere'in de mezarının bulunduğu Pere Lachaise mezarlığına gitmiştim Paris'te. 20. bölgede bulunuyor. şehrin duvarlarının içinde bu kadar büyük bir mezarlık oluşu taa Napoleon zamanında açılmış olmasından kaynaklanıyor. Napoleon önemli insanların gömülmesini istediği bir mezarlık olarak öngörmüş orayı. hatta prestijli olsun diye Moliere'in ve La fontaine'in mezarlarını da buraya getirtmiş. bizden Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney orada, ikisi de Paris'te öldüler malum. aynı zamanda yine türkçe isimli birini daha görmüştüm, kim olduğunu hiç bilmiyordum, mezarında da bir sürü çiçek vardı. merak ettim baktım eve gidince. kürtmüş, o yüzden bilmiyormuşum. Ahmet Kaya da kürt diyeceksiniz. ama o Türkiye'ye hatta Avrupa'ya mal olmuş bir isim diyeceğim. bunla ilgili de küçük bir anekdot anlatmak istiyorum. hint asıllı amerikalı ev arkadaşımın kuzeni, bizim eve ziyarete geldiğinde, Türkiye'de Kürtler diye ayrı bir millet olduğunu, yaklaşık 20 milyon olduklarını, ayrı bir dilleri olduğunu duyduğunda çok şaşırmıştı ve Kürtçe bir kelime söylememi rica etmişti. Söyleyemem, bilmiyorum dediğimde, senin ülkende 20 milyona yakın bir azınlık var ve sen onların dilinde tek bir kelime dahi bilmiyor musun? diye kınamıştı. cevap vermemiştim çünkü çocuğun haklı olduğunu düşündüm. kaç yıllık politikalar ne olursa olsun, bu içiçe yaşadığımız insanların düşündüğü, konuştuğu, yazdığı dilden tek bir kelime bilmememi/bilmememizi mazur göstermez diye düşünüyorum.
Pere Lachaise'e dönecek olursak, huzurlu ilginç bir yerdi. adını bir rahipten almış olduğu için de olabilir :) ayrıca gömülü insanların çeşitliliği ziyaretçilere de yansımıştı. kısacası renkli bir gün geçirmiştik annişkomla.

ki

İnsanların yazım hatalarını düzeltmekten kendimi alamayışım arkadaşlar arasında alay konusu oldu. Benim facebookta insanların yazılarına yaptığım düzeltmelerden oluşan minik mizansenler yapıyorlar. Ortaokuldan beri dilbilgisi dersinde tek yaptığımız şey olan de/da bağlacının yanlış yazılması sinirlerime dokunuyor ne yapayım! Ama artık düzeltmemeye karar verdim, zor oluyor ama antipatik olarak bellenmekten ve arkadaşsız kalmaktan iyidir. İsteyince uyumlu, etliye sütlüye bulaşmayan, insanların huyuna giden biri olabiliyorum gördüğünüz gibi, yabani de değilim ya canım aaa :)


Yalnız yazım hataları bir derece de konuşurken hata yapan insanlara gerçekten tahammül edemiyorum. Hele de o hatayı bilerek yapan, öyle konuşunca cool olduğunu düşünen insanlara... örnek vermek gerekirse; cami ya da bayi kelimelerinin sonundaki i’nin farklı bir i olduğunu ve sonuna ek geldiğinde kaynaştırma harfi almaması gerektiğini kimse bilmek zorunda değildir. Çünkü o i bizim alfabemizde yer almıyor. Doğrusu camisi değil camiidir ama kelimeler arapçadır dolayısıyla kimse bilmek zorunda değildir bunu. Benim kulağımı tırmalar yine, ama duymazdan gelirim. O kadar kusur kadı kızında da olur :) Ama işte o “ki” eki olumlu cümlede kullanıldığı zaman kulaklarım uğuldamaya başlıyor. Kan beynime sıçrıyor, kendime zor hakim oluyorum. “ Geliyorum ki” ne demek ya? Ne demek??!!!!!!!!!!!! Delirtmeyin beni! Bak sinirlerim boşaldı yine, ellerim titriyor!

O bilerek öyle konuşanlar var ya, onların hepsini alıp kafalarını birbirlerine vurup, o cool olduğunu sanan minik beyinlerini patlatmak istiyorum. Katiyen vahşi biri değilim aslında, hatta Lara hep "senin cüsseni gören de senden çekinir ama sen elini bile kaldıramazsın kimseye, seni biraz tanıyan senle kavga etmeye hiç çekinmez" der.

Acı çekiyorum. Şaka değil. Yalan hiç değil. Lütfen yapmayın. Yapanları da uyarın. Lütfen.

p.s: herhangi bir imla hatama rastlarsanız da mutlaka düzeltin olur mu? asla rahatsız olmam. Tam tersine! Başka türlü nasıl kendimi geliştirebilirim ki? Değil mi ama. Bak, ki orda ne kadar sevimli durdu, canım benim, yerim onu ben. Ben seni koruyacağım hiç merak etme...

Wednesday, March 3, 2010

patron

Bizim marka yöneticisi olan çocuğu çok seviyorum, çok tatlı çocuk. Benden de sadece 5 yaş büyük zaten. O yüzden birçoklarına çok antipatik bir kelime gibi gelebilecek patron kelimesini ben çok sevdim. Durup durup “Patron! Naber patron?” diyorum :) İnşallah dalga geçiyorum sanıp alınmıyordur... Ben meyilliyim ya alınmaya, insan herkesi kendi gibi sanarmış...


tandanslarım yazısına minik bir edit;
işyerindeki redaktörle konuştum. şapka tamamıyla kalkmamış, yazılışı aynı olup okunuşu farklı olan kelimelerde hala zorunluymuş (kar, hala vb. ortaokul örneklerini hatırlayın işte, bkz. düşeyazdım.) ama "orda bile koymuyolar ki" diye dert yandı bana hehe. biliyorsunuz sempatim sonsuz :)

Tuesday, March 2, 2010

Starmania

Fransızca kursunda çok güzel bir ortam yakaladık, her cuma çıkışta içmeye falan gidiyoruz :) staja başlamama rağmen hala devam edişim ve bu kadar istikrarlı oluşum ondandır. o gün derste 76 yılında yazılmış Starmania müzikalini yapıyorduk, yazarı taa 76 yılından bugünkü popstar yarışmalarını öngörerek yazmış. francophone ülkeleri kasıp kavurmuş bir müzikal. hala daha bütün sözlerini ezbere biliyor fransızlar. bizim dersin çıkışına öteki sınıfın hocaları geldiğinde hep bir ağızdan söylemişlerdi, ben şaşırdığımda da bütün fransızlar bilir demişlerdi. ondan bu genelleme :)
fabrikatör, para babası kesimle direnişçi kesimin arasındaki mücadelenin kızıştığı sahneyle ilgili sloganlar bulmamız gerekti. her ne kadar hayalperest komünist tayfayı ezmek için fabrikatör olmak istediysek de (sağcı olmak daha eğlencelidir, bkz. "duayen" şarkıcı ege'nin röportajı) kura lehimize gitmedi. gerçi münazara dediğinde bu değil midir :p neyseki bulduğumuz sloganlarla da baya eğlendik biz :)
buyrunuz les etoiles noires adına bulduğumuz naçizane sloganlar;
-J'aime la tour Eiffel, vivez les employées de Tekel
-la place de patronisation est maintenant la canalisation

dipnot: fabrikatör, parababası deyişimden ve ege'yi "duayen" diye nitelendirişimden esas duruşumu anladığınızı umuyorum. sağlıcak ile kalın

Monday, March 1, 2010

Nine

Bir mucize gerçekleşse ve beni yazar olarak işe alsalar, ben kazandığım ilk parayla kendime bir motosiklet alsam.. Maaşım taksidinin milyonda birine yeter o ayrı konu. A2 ehliyetim, kaskım, montum hepsi hazır dolap bekliyor kaç yıldır... Hem yazar olarak biraz piştikten, hem de motosiklette birkaç bin km yaptıktan sonra freelance çalışmaya başlasam ve accompanied by self şeklinde çıksam yollara... Yunanistan, Hırvatistan hatta İtalya ve Fransa... tek tek, karış karış arşınlasam.. güneşli sahil kasabalarında saatlerce motora binsem, rüzgar saçlarımda dolansa... Sonra otursam bir cafe’ye kahvemi içerken bir yandan yazılarımı yazsam.. Orada oturan başka sefa pezevengi insanlarla tanışsam, akşam için programlar yapsak, kimi zaman şık şıkıdım, kimi zamansa salaş, nasıl eserse... İnsanlarla konuşup gülüşürken kalabalığın içinden biri dikkatimi çekiverse birden.. tatlı tatlı esen yaz akşamında, beynimin içinde Michael Buble- save the last dance for me çalarken gün ağarana kadar dans etsek... tek amacım deneyimlemek olsa, birbirinden güzel yerler ve insanlar tanısam.. türkçeymiş, ingilizceymiş, italyancaymış boşversek, sakin bir uğultuya bürünse her şey...

Nine filmine gittim bugün ve bütün bu yazdıklarımı düşündürdü bana. O yakışıklılığıyla Daniel Day Lewis’ın yaşadığı psikolojik problemlere odaklanamadım pek :) bembeyaz gömleği, siyah pantalonu, ince kravatı ve kemik güneş gözlükleriyle, üstü açık 1960 model alfa romeo giulietta arabasının içinde Romadan İtalyanın güneyine yaptığı yolculuk ilgilendirdi beni daha çok :) 1.90 boyu, incecik vücudu(serbest çağrışım: bkz. mükreminin edeleli vücudu) ve o kıyafetleriyle rüya gibiydi! ah ah




 Ama ben filme dönüyorum :) şimdiden biliyorum ki film hakkında her sahne her detay silinecek hafızamdan ama dönemeci aldığında gördüğü sahil kasabasının manzarası kazılı kalacak.


Öte yandan into the wild gerçeği var, tokat gibi yüzüne çarpan.. ekime kadar  olduğum yere mıhlanmış vaziyetteyim ve 23 şubat gününden 23 marta buluşma ayarladım. Belki de o yüzden bir başka sefer, spontane hayatın önde gelenlerinin buluşması olacak bu dilara dendiğinde o kadar hoşuma gitti. İçten içe quite the opposite olduğunu bildiğim için..

Into the wild’ın sonunda çocuğun defterini bulurlar. Happiness only real when shared yazmıştır. Nelere tanık olursan ol, başkalarıyla paylaşmadan hiçbir anlamı yok! Ben de bu yüzden yazıyorum sanırım.
Motosikletle gezi hayalime gelince.. evet belki çok uzak ama hayal dediğini sadece gerçekleştirmesi değil, kurması da güzel...

Ayrıca bu Mine Kırıkkanat’ı hem çok seviyorum hem çok kıskanıyorum, şimdi Rocco yazısını tekrar, filmi izledikten sonra okuyunca farkettim ki filmin çekildiği Amalfi sahillerini falan hep dolaşmış, hem de motosikletle! Buyrun burdan yakın;
"cenneti gördüm, varmış ve İtalya’daymış. Yedi gün süren bir şiir yaşadım desem abartmış sayılmam, üstelik yalnızca gördüğüm yerlerin adını sıralamakla kanıtlarım: Minori, Maiori, Amalfi, Furore, Positano, Ravello yan yana gelince manzume olmaz mı sizce? Naçiz yazarınız geçen hafta bir Piaggio’nun terkisine atladı ve İtalyan kıyılarının Akdeniz veznini dolaştı karış karış."

gggrrrrrrrr