Sunday, April 25, 2010

Reklam dediğin :)


Yaratıcılık sınır tanımıyor tabii. Ah bir de kanunlar olmasa...


Lefkoşa’da bir ayakkabı mağazasının camında Uma Thurman’lı bu ange ou demon reklamı vardı. Adam parfüm şişesini ve kadının eteğini silmiş, yerine Thurman’ın ayak hizasına kendi ayakkabılarını sıralamış. İşte budur :))) 

Masal

Bir gün bir hikaye duymuştum. Şöyle başlıyordu;
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Bu kız aynı zamanda padişahın kızı olduğundan görkemli bir sarayın içinde yaşarmış.
-Şaşırmayın o zamanlar estetik falan olmadığından padişah kızları çirkin de olabiliyor-
Her neyse bu kız güzel olduğu kadar da kendini beğenmiş imiş. Kendisine talip olan nicelerini, onun orası eğri, bunun burası büğrü diyerek reddediyormuş.
-Bu da güzel kızların, yerli yersiz kapris yaptığı “gerçeği.” Bilmiyor musunuz? Güzel kızlar saçmalar mütemadiyen-
Sonra kız güzelliği solup da talipleri birer birer yok olup gidince, yaşlı ve çirkin bir erkekle evlenmek zorunda kalmış.
-Bir defa bu kız tut ki hakkaten yaptığı bütün her şeyi sadece şımarıklık adına yaptı, bir şeye güveniyordu da bu kadar şımarabildi. Nitekim bu güvendiği şey babasıydı, babası onu gençliğinde o kadar şımartıyordu, kızının bütün kaprislerini görmezden geliyordu, hikayeni anlatanın inancına göre onu mutlu edecek adayların hepsini bir bir harcıyordu da hiç mi alıp kızı karşısına konuşmadı. Ha madem konuşmadı, kızım değil mi işesin (bkz. Cem Yılmaz, erkek çocukları, iran halısı trio ) mantalitesindeydi, nasıl sonra yaşlı ve çirkin bir adamla evlendirebildi. Kız kurusu olarak oturtsaydı sarayda. Belki adamı devirdiler demeyin, ben de o zaman talipler kralın kızıyla evlenmiş olmak için mi kızı istiyorlardı hem para hem güç derim, olmaz. Nitekim bu hikayelerde güç, para, taht kavgası falan olmaz, olursa da çeşni olur. Taht kavgası deyince aklıma Lion King geldi ama ona laf yok J-
Neyse devam ediyorum. Makul bir sürenin ardından bu eski taliplerden biri merak ediyor, bu kız ne yapar ne eder diye. Bu kimseleri beğenemeyen kız en sonunda kiminle evlendi göreyim istiyor. (hikaye anlatıcısının hikayede kendini bu şahısla özdeşleştirdiğine dair güçlü tezim var, az sonra)
Köye gittiğinde sorunca söylüyorlar evlendiği şahsı, nasıl olur diye küçük dilini yutuyor ve kızın evine yollanıyor.
Kızın kapısını çalıyor, iş bu ya kocası evde değil. Soruyor kıza.
Kız bunu arka bahçeye çağırıyor. Arka bahçe S şeklinde bir gül bahçesi. Kız adama dönüyor diyor ki; bu bahçede yürümeye başla, istediğin kadar vakit geçirebilirsin, bana bu bahçedeki en güzel gülü getirmeni istiyorum. Ama unutma tek kural var, asla arkana bakamazsın, geri dönemezsin.
Adam yürümeye başlıyor, bir gül görüyor, evet bu çok güzel, koparıyor onu, yok ilerdeki daha güzelmiş galiba deyip atıyor elinden, ama ötekinin yanına vardığında ışık oyunu olduğunu görüyor, o kadar da güzel değilmiş. Derken bir bakıyor bahçenin sonuna gelmiş. Ve bahçenin sonundaki solgun gülü almak zorunda kalıyor. Kendini bahçenin sonunda bekleyen kıza veriyor soluk gülü.
Gördün mü diyor kız, ben de işte taliplerime öyle yaptım sonunda soluk adama kaldım.
Normalde “ders veren” cümle olduğu için bu kızın lafı aslında uzun uzun  dehşetengiz bir şekilde anlatılıyor ki, dinleyici küçük kızın pırpır atan yüreği korkuyla büzüşsün, bak onun başına gelmiş ama sen bu hikayeden ders çıkar tonlamasıyla kız kendini şanslı sansın.
Şimdi falsonun bini bir para,
Bu hikaye, kızın kendini uğraştırmasını istemeyen üşengeç erkeğin, kızın yüreğine bak ayağını denk al, karşına çıkan en iyi talip ben olabilirim, sonra benden de kötüsüne kalırsın korkusunu daha küçükten salmaktır. Sokakta, ilik gibi kızların yanında eciş bücüş erkekler görmemizi o kızların küçükken bu hikayeye maruz kalmış oluşuyla açıklayabiliriz.
Bu kızlar hiçbir şeyi sorgulamasın, aman bunu da bulduğumuza şükür diye kendilerini kapışsın ister bu erkekler. Bu kızların arasında ilerde şöyle diyaloglar geçmesini isterler;
-Ya benimkinin pipisi sağa mı çekiyor ne?
-Sus sus boşver, ya hiç kalkmasaydı.
Yani kız güzeller güzeli olacak ama hiç bir şeyi sorgulamayacak, ilerde bunu da bulamam kaygısıyla kendisini kapışacak.
Yalnız şöyle bir şey var, hikaye kendi kazdığı kuyuya kendi düşüyor. Şimdi gerçekçi olalım, eğer kız hakikaten istediği her gülü “tutabilmiş” olsa, daha iyisini bulmadan “elindekini” bırakmazdı.
Nihahahahahaha
Acımasız ama gerçek. Korkutmak istemem ama tek bir hikaye anlatmakla bitmiyor iş malesef.  Yani seni yanında dolaştıran kız sorgulamadığından değil, daha iyisi çıkana kadar vakit öldüreyim diye seninle olabilir haberin olsun. Sen hızlı çıkar, kıza kız ne olduğu anlayamadan nikah basar 3 de çocuk yapıp hiçbir yere kımıldayamaz hale getirirsen bilemem tabi. Ama o kız senin aşık olduğun kız mı olur, o da tartışılır.

Çarpıcı başlık

“Aklım kalacağına param kalsın.” İlginç bir bakış açısı, değil mi? Bu tabiri ilk defa duydum. Hoş hepsi dönüp dolaşıp, mezara mı götüreceğiz‘e bağlanıyor, çok da ilginç değil. Ben mesela varyemez amca değilim ama (bu arada varyemez’in var ama yemez anlamına geldiğini 2 sene önce farkettim, yorumsuzdur :) ) tam tersi aklım kalınca döner alırım bir şeyi, gerçekten beğendiğim ve parasını çıkaracağım anlamına gelir çünkü. 2 mağaza sonra bir şeyi daha çok beğenirsem ama o ilk gördüğümü almış bulunursam üzüntüden kalbime inebilir.
Küçükken de bana yeni bir şey aldıklarında sinirlenirmişim, uzun bir süre alınanın yüzüne bakmazmışım. Hatta bir keresinde babama alma dediğim halde bana ayakkabı alınca (bak sen kendini bilmeze!) çok sinirlenip, torbayı elinden alıp, geri dönüp mağazanın içine fırlatmışım. Babam dayanamayıp bir tane patlatmış popoma. Düşünsene tek bir çocuğun var, özeniyorsun giydireyim diye, hem bütün şevkini kırıyor hem de seni herkese rezil ediyor. Tam dayaklık.
Annem mahsus sorarmış, “Kızım alayım mı sana?” diye. “İstemem anneciğim, paramız cebimizde kalsın” dermişim. 
5 yaş civarındayken, bir gün durup dururken anneme sormuşum, “Anne, bu yahudiler nerede bulunur?”
Bilmeyeniniz varsa, doğru cevap: Pazarda. Ha bu mevsimde güzel domates nerede bulunur, ha bu yahudiler nerede bulunur...
Annem şaşırmış, “Niye sordun, ne yapacaksın yahudileri?”
-“Ben onlardan para nasıl kazanılır, nasıl harcanmaz sorup öğreneceğim.”

Komik :)

Ama din nedir onu bile bilmezken, birden bire sorulacak soru değil tabii...
Çocuklar dinlemez sıkılır diyeceğiniz şeyleri, merak edip dinliyorlar.

Benim dinlediğim insanlar da stereotiplemelerden öteye gidememişler gerçi ama en azından ırkçı değillermiş. Küçücük yaşta hayvanlara ve kendinden herhangi bir yönden ayrışan bütün insanlara karşı nefret besleyen insan müsveddelerini görerek büyüyen zavallı çocuklar da var. Doğrusunun o olduğunu zannediyorlar. Children see children do. Yüreklerinde o nefreti taşıyarak büyüyorlar.

Friday, April 23, 2010

23 Nisan

Hayatında ilk defa deniz sezonunu bu kadar erken açıp, 23 Nisan’da denize girince neşe de doluyor insan haliyle :) Denizde bir ben vardım, bir de yabancılarla, hiçbir şeyde engel tanımayan çocuklar. 23 Nisan diye çocuklara yağ çekmiyorum, hakikaten çocuklardaki gözü karalık kolay kolay hiçbir büyükte olmuyor, o yüzden mıymıy çocuk hiç sevmem mesela. Bende işte bir denizde falan engel tanımam, serde yengeçlik var ne de olsa :)
Neyse efenim, ulus olarak hiçbir şeye egemen falan olduğumuzu düşünmediğim için çocuk bayramınızı kutlamak ve sizi çocuklar gibi spontane, gözü kara ve kararlı görmek isterim :)

Aseton


Adı aseton olarak yerleşmiş olmasına rağmen aseton çok zararlı bir maddeymiş. Tırnakları kurutuyormuş, inceltiyormuş, zayıflatıyormuş ayrıca cilde de zararlıymış. Bütün bunları geçen sene sephora’da acetone-free oje çıkarıcı gördükten sonra, onca sene aseton dediğimiz şey nasıl acetone-free üretilebilir diye merak edip araştırdıktan sonra bulmuştum. İnce ve sürekli kırılan tırnaklara sahip olduğu için normalin 3 katı para verip medikal bir yerde maniküre giden bir arkadaşım bile aseton kullanıyordu. Söylemiş olsalardı kullanmazdı diye düşünüyorum. Ben oje pek kullanmıyorum ama sık kullananlar için önemli olabilir düşüncesindeyim. Ben otorite değilim tabii ki, belki de okuduklarım sadece pazarlama taktiğidir çünkü böyle de bir link buldum, ama bence en azından aa hakikaten önemli miymiş bu kadar diye araştırın, aman abartılmış derseniz aseton almaya devam edin, ne bileyim.

Politically incorrect

-Nedir bu UMP?
-Sarkozy’nin partisi.
-Aa sahiden, nedir bunun açılımı? Geçen sene Polytechnique’de okumuş olan bir çocuğa da sormuştum bilememişti, sonra da çok hayıflanmıştı nasıl bilemem diye.
-Doğrudur, ben de bilmiyorum, kimse bilmiyor. Ama kitapta yazıyordur. Bakalım. Union pour(for) un Mouvement Populaire imiş. Halbuki ben Union pour la Megalomanie de President sanıyordum :)

Daha pazartesi Pascal'le aramızda geçen diyalog bu. Komik, di mi? Evet Pascal komik, kafadar, çok eğleniyoruz, her şey süper. Ama bir de bize espri malzemesi olmasının öbür yüzü var konunun. Ne de olsa hayat uzun vadede komedi de olsa, yakın planda trajedidir, Chaplin.

Fransa’da yakın planda son gerçekleşen ise komediye örnek teşkil etmekten baya uzak ne yazık ki... Lütfen önce linki okuyun sonra yazının devamını.

Adı üstünde politically incorrect yarışması. Yaratıcılığının sınırlarını zorlarken, beynine sansür koyamazsın ki, ne kadar ilginç örnekler çıkabilir koyarsan eğer? Ayrıca politically incorrect dedin mi en temel malzemeler ırk, dil, din ve bayraktır zaten. Eminim o yarışmaya Fransa’daki azınlıkların temalarını işleyen çalışmalarla da katılmıştır bir sürü kişi ama bunu gören azınlıklar bunun illa kişinin kendi fikri olması gerekmediğini sadece temaya güzel bir örnek teşkil ettiğini düşündüğü için o çalışmayla katıldığını, bu ikisinin arasındaki farkı görebilmişlerdir. Ama işte dünyanın neresinde olursan ol faşistlere laf anlatamazsın. Faşizmle milliyetçilik arasındaki farkı anlayamayan, örümcek beyinli, viral insan müsvetteleridir onlar çünkü... Jüri özel ödülü kazanmış çocuğu hapse tıktırmaktır yegane emelleri, gerekirse yasa değiştirerek... 

Kıbrıs

Ağustos böceklerinin sesi eşliğinde otel odasının balkonunda yazıyorum şu an, Kıbrıs’tayım. Aslında KKTC pasaportum olmasına rağmen hatırlayamayacağım kadar küçükken gelmişim en son. Bizimkiler Kıbrıs bizden önce AB’ye girerse diye düşünerek almışlar zamanında pasaportu*. Nitekim girdi Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye (Türkiye’nin kabul ettiği şekliyle Güney Kıbrıs) ama biz giremedik çünkü 74’ten sonra KKTC vatandaşlığı almış olanları onların tanımadığı bir dönemde girdiğin için yasak kapıdan girmiş saydıklarından, vatandaşlık vermiyorlarmış. Hatta annen baban onların Kıbrıslı saydığı biçimde(74’den önce) Kıbrıslıysa bile sen KKTC’de doğduysan yine vermiyorlarmış, normalde ebeveynden dolayı alma hakkın olmasına rağmen. O yüzden şimdi insanlar gidip Türkiye’de (Türkiye’yi tanıyorlar sonuçta) doğum yapıyorlarmış ve onun üstüne çocuklarına vatandaşlık talebinde bulunduklarında vatandaşlık vermek zorunda kalıyorlarmış, bununla ilgili birkaç dava kaybetmişler çünkü, formalite icabı başvurduktan sonra birkaç ay bekliyormuşsun sadece. Onların gözünde hukuken ölü doğmuş bir oluşumun offspringi olduğun için giriş çıkışı serbest bırakmış olmalarına rağmen bırak vatandaşlık almayı Güney’e bile sonradan edinilmiş pasaportla geçemiyorsun.

Bir de muallakta olan araziler var. Her iki tarafın da öteki tarafta kalmış gayrimenkulü varmış. Güney, ordaki Türk tapulu evlerde Rum oturtuyormuş ama istediğin zaman gel ev senindir diyormuş, dava açmaya kalkana da bilmemkaç senelik kirayı vermeyi teklif etmiş. Bizim tarafta durum pek böyle olmamış. Devlet Rum tapularını parselleyip parselleyip vatandaşa dağıtmış, Denktaş zamanında. “Hem böyle yaptılar hem uzlaşmaya çalışıyorlar, dolayısıyla da adamların elinde çok koz var” dedi konuştuğum adam. “Benim amcam sattı sattı yedi 20 sene çalışmadı. Böyle yapmayın bunları ilerde çocuklarınız ödeyecek dediğimde de bana güldüler. Ama biz olur da değişim yapılırsa diye dokunmadık verilen tapulara. Ben buradan arazi alacağım zaman da 3 kuruş fazla verdim türk arazisi aldım, ilerde sorun çıkma ihtimali yok en azından.” diye de ekledi.

Son olarak rumca Pontus Rumlardan gelen bir dilmiş, lazca bilen biri baya anlıyormuş. Zaten lazca çoğunlukla onun etkisi altında gelişmiş. Güneydeki insanlar da rum. Çoğu Osmanlı zamanında gelmişler Karadenizden. Anakaradakiler (Yunanlar) onları Helen Rum olarak görmüyorlarmış. Pontus rum ile aralarında sadece dil değil kültürel olarak da fark olduğunu düşünüyorlarmış. Ben bu kadar keskin bir ayrım olduğunu bilmiyordum açıkçası.

*Sen KKTC pasaportu aldında ne oldu dersen, sadece harç pulu ödemiyorum yurtdışına çıkarken bir o avantajı var. Avrupa pasaportu edinene kadar o da bir şeydir :)

Wednesday, April 21, 2010

Eyjafjallajokul

Bugün derleme haberlerle karşınızdayım. Son birkaç gündür herkes gibi benim de en büyük eğlencelerimden biri İzlanda’daki yanardağ. İzlandalı olmayan kimsenin telaffuz edemediği yanardağ, sanal alemdeki herkese neşe kaynağı oldu :) İzlandalı bir adam doğrusunun nasıl okunduğunu başa koyup sonra spikerlerin nasıl telaffuz ettiğini gösteren derleme bir video yapmış ki şahsen ben İzlandalıların okuyuşunu anlayamadım, harflerin çoğunu okumuyor ve orda yazmayan harfler söylüyor falan... Bir yerden tanıdık geldi gerçi (mademoiselle->matmazel)


Adına twitter hesabı da açmışlar, postlarından biri “Oh, for chrissakes ... Just call me "Jake.” Hala daha durup durup gülüyorum.

Youtube’daki linkin altında yazdığına göre de CNN’in meteorolojisti Chad Myers, “nasıl telaffuz edildiğini bilmediğim için ona E15 diyeceğim.” demiş.

Ekşisözlükte de baya popüler; potansiyel IKEA kanepe ismi falan yazmışlar. :) İzlanda baya mesafeli bir ülke olduğundan, izlandaca da kendince büyüyüp serpilmiştir herhalde ama az buçuk bir etki aldıysa da bu nispeten yakın Baltık arkadaşları olabilir diye düşünüyorum. İsveççeyi de çağrıştırmıyor değil.

Son olarak island mountain glacier demekmiş. Google translator “benim adım ahmet”i “my name is john” olarak çevirdiğinden beri, sağlamasını yapar oldum.

P.S: İsmi falan komik ama şaka maka hava trafiğini felç etti. bir yere gidecek olsam, tatilim olsa falan sinirlenirdim herhalde ama şuan tuzum kuru. Üstüne üstlük 1 haftadır uçak uçmadığı için karbon salınımını azaltmış, daha ne!

briefing

Ajansın en sevdiğim özelliklerinden biri herkesle konuşacak bir sürü konu bulunması. Herkes dolu, herkes komik ve neşeli ve en önemlisi kimse kasıntı değil. Kimse ay dur şu stajyere biraz mesafeli durayım, tavır takınayım ki haddini yerini bilsin halet-i ruhiyesinde değil.
Pazartesi günü bir markanın imaj kampanyası için bilgilendirme alıyorduk. Gördüğüm en kalabalık briefti. Gelen geçen bile neler oluyor burada diye bakıyordu. Kalabalık oluşuna değiniş sebebim, yani istense gayet cıvımaya müsait bir ortam oluşuydu çünkü 3 kişi bile bir araya gelse kahkahalar kopuyor.
Reklamlarda yasa gereği rakip firmaların adının kullanılamaması malumunuz. Haksız rekabet çerçevesine girilmemesi zorunluluğundan ötürü. Bunu bilen kreatif ekibin başındaki çocuk sordu, dedi ki; olumsuz bir şekilde kullanmasam  sadece vereceğim örnekte hiçbir yorumda bulunmadan adını geçirsem onu da mı yapamıyorum? Briefi veren cevap verdi; “İstersen -“rakipfirmanınadı” t...klarını yiyeyim- bile diyecek olsan yine de adını geçiremiyorsun.” Herkes koptu, benim gülmekten nefesim tıkandı. Ama işte gerektiğinde sonuna kadar ciddi olmayı da biliyorlar, nitekim 10 saniye sonra herkes susmuştu ve gayet ciddi bir şekilde briefin gerisini dinliyordu. Bu dengeyi tutturabilmek zor bir şey olsa gerek diye düşünüyorum. Helal olsun.

na na na inspector gadget


kendi yazdığım slogandan kendim korkuyorum. geçenlerde de rüyamda insanları rehin almıştım. bu sahiplenicilik nereye kadar bilemiyorum. ilerde birgün çocuğum olursa sinir krizleri geçirir herhalde anne nolur bırak da bir nefes alıyım diye. gerçi benim hafiyelik yetilerimde gelişmiş, kesin dedektif clouseau misali takılırım çocuğun peşine hehe. en az onun kadar sakar olduğum için clouseau* geldi aklıma. (btw fransızcada sakar, maladroit demekmiş yani "sağda kötü" grrr) anne ne kadar baskıcı olursa çocuk büyüyüp anne olduğunda o kadar serbest olur derler. aynı zamanda anne serbestse de çocuk ilerde baskıcı. benim annem bu kadar rahat bir insan olduğu için ben böyle sahiplenicilik örneklerini şimdiden gösteriyorum sanırsam. nitekim annemi zamanında babası otobüse bindirirmiş o arkadan inermiş hehe. hoş bunların hepsi şaka, ben öyle bir durumda çocukta aklım kalsa bile kendimi dizginlemek için müthiş bir efor sarfederim çünkü baskıcı bir ailede yetişmiş bir insanın, bu baskıcı ortamdan kurtulur kurtulmaz nasıl bir zincirinden boşanmışlık örneği sergilediğini geçen sene 5 ay boyunca yakınen gözlemledim. gerçi ben kendimde ciddi bir evlen(e)memiş milyon kedili deli kadın potansiyeli gördüğüm için çocuğu nasıl büyütürüm diye dertlenmesem de olur :)

*bu arada sanırım ekşisözlükte okumuştum, bu rolüyle peter sellers ingiliz olmasına rağmen en iyi fransız oyuncu ödülü almış :) "i accept the şalanj!" zaten filmin yeniden çevriminde steve martin'in fransız aksanıyla i want an hamburger demek için ders aldığı sahne de facebookta uzun süre paylaşılmıştı.

Saturday, April 10, 2010

pot kırmak

Gerildiğim anlarda pot kırmak en büyük korkularımdan biridir ve tabii ki Murphy yasaları uyarınca korkulan başa gelecektir. Nitekim, 2 sene önce Mervem vefat ettiğinde onun annesi ve babasıyla konuşurken yanlış bir şey söylememek için o kadar çok geriliyordum ki, o potu kırmam kaçınılmazdı.

Merve vefat edeli 2 ay olmuştu, onun anısına yarış düzenlenmişti, kurbağacı olduğu için yarış da 50 metre kurbağaydı ve ben 2. olmuştum.  Aslında yüzdüğüm derece eskiden 200 metre karışıkta, kelebek ve sırttan sonra yorulmuş bir halde yüzdüğüm kurbağadan bile kötü bir dereceydi ama zaten yarışa giren hepimiz yüzmeyi bırakalı çok olmuştu ve ben uzun mesafe serbestçilerin karşısında karışıkçı olmuş olan biri olarak daha avantajlıydım falan filan. 

Yarıştan sonra Merve’nin annesi beni tebrik edip,  “bak hala ne kadar iyi yüzüyorsun” dediğinde tabii ki sakin sakin bunları açıklayamamıştım, stresten ter basmaya başlamıştı ve yaklaşan tehlikeyi bertaraf etmeye yönelik olan cılız çabamla “bizden geçti artık” demiştim. Bu cümle başka bir yerde başka bir zaman olsa işe yarayabilirdi, ben de ezberden oynamıştım ama durumun şartlarını değerlendirmediğim için kendimi nasıl bir girdapın içine çektiğimi farkedememiştim. Bu sıradan bir durum değildi, konuştuğum insan 2 ay önce 20 yaşındaki biricik evladını kaybetmişti ve insanların hayatlarında hiçbir şeyi ertelemelerini ya da pas geçmelerini istemiyordu, hele bir başka 20 yaşındaki insandan “bizden geçti artık” gibi bir cümle duymak hiç istemiyordu. (Belki de en tahammül edemeyeceği şeydi, nasıl ben “aa çocuk varken boşanılmaz” lafına tahammül edemiyorsam) o yüzden benim absürd cümleme kayıtsız kalamadı ve “olur mu öyle şey” dedi. İşte ne olduysa o anda oldu, bir cevap vermem gerekiyordu, aradan uzun süre geçtiğini ve yüzme defterinin artık kapandığını ama tabii ki başka şeyleri ertelemeyeceğimi ona anlatmam gerekiyordu ama o sırada beynim uğuldamaya başladı, belki bir an nefes alabilsem gücümü toparlayabilir ve bunları ona açıklayabilirdim ama nefes alamadığım için beynime oksijen gitmiyordu, gözlerim kararmaya başlamıştı ve bünyem artık ne pahasına olursa olsun bu duruma bir son vermek istiyordu. Ve tam o anda, kalan son enerjimle ağzımdan o sözcükler döküldü, “ne de olsa artık bir ayağımız çukurda”

Ben çok pot kırarım; heyecanlandığımda, endişelendiğimde kısacası her kalbim normalden hızlı attığı zaman, ama bu benim hayatımın en büyük potudur ve üstüne çıkabileceğimi sanmıyorum.

Bunu anlattım çünkü insanları gülümseyerek anmak gerektiğine inanıyorum. İnsanların buruk bir gülümsemeyle değil de kahkaha atarak dinlediği tek Mervem hikayem buydu, onla birlikteyken yaşadıklarımız ne kadar komik olursa olsun insanları üzüyor. Halbuki önemli olan yaşanmış olması, değil mi? Bu hafta tam 2 sene oldu. Annesinin annemi “mervenin dilarasının annesi” olarak tanıtışı boğazıma bir yumru olarak oturup, ağlatıyor inceden belki ama aynı zamanda da müthiş bir gurur sağlıyor. Seni çok seviyorum Mervem.

Bir yüzücüyü nasıl tanırsınız?

Yüzücünün ayakta dururken dizleri geri gider. Annem yıllarca eğri durma deyip durdu ama bana dizlerimi önde tutmak daha zor geliyor. Yüzmeden bir arkadaşımla dikilmiş birini beklerken onun da aynı benim gibi durduğunu farkettiğimden beri öteki arkadaşlarıma da dikkat ettim, evet hepimizde var düzgün durma özürlülüğü :) İnsan dediğin aidiyet hissini seven mahlukat, nitekim ben de dinozor yüzücüler kategorisine ait olmayı seviyorum ve artık üzülmüyorum aa ben yamuk duruyorum diye.

Şekil 1a’da görmek isteyenler için;



Dün akşam buluştuğum arkadaşlarımdan biri, seni fotoğrafta taglemeselerdi de anlardım sen olduğunu dedi, signature bir özelliği de var yani. Gerçi o öbür arkadaşımın vurguladığı, despot gestapo gibi duruşumdan da kaynaklanıyor olabilir, bilemedim şimdi...

Déjà vu

Şu aralar favori aktivitelerimden biri iş olmayan Cuma akşamları yanımda oturan arkadaşımla bilgisayarda kim 500 milyar ister oynamak. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Her ne kadar benle, Cartel’in almancı olduğunu bilmiyordum diye sen çocukluğunu mağarada geçirdin herhalde diye dalga geçse de oyunda birbirimizi tamamladığımız bir gerçek. Ben spor sorularına pek karışmıyorum (Mark Spitz falan çıkmadıkça) o edebiyat sorularına karışmıyor (Tolkien falan çıkmadıkça) tarih desen allahlık Ali Bey...
Öncesinde de bizim işyerinin yanında açılan Dükkan Burger’e gittik, hamburgerleri zaten çok güzel onu biliyordum da çok ilginç bir yer seçmişler restoran için, o çok hoşuma gitti. Dışardan tamamen bir mezbaha gibi gözüküyor(kötü bir anlam yüklemiyorum, tam tersi gayet otantik), kapılardan geçerken de keza, ama içeri girince bambaşka, bütün duvarlara graffiti yapmışlar, restoranın yarısı tek pota basket sahası... Graffitilerden biri eli baltalı bir kasaptı, çizimin gücü işte o bile enteresan gösterilebiliyor, yoksa bildiğin kasap. Kasap deyince Demet Akbağ geldi aklıma, herhalde bir oyununda öyle bir dialog vardı ama bağlantıyı kuramadım şimdi. Böyle hiç yoktan aklıma bir şey gelince, kaynana Semra’nın sözlerinden yapılan remix geliyor aklıma; daldan dala daldan dala dal dal dal dal J
P.S: O gün işyerinde bana bir brief verilirken 2 kere ardarda deja vu oldum. Kim dejavu’yu nasıl yorumluyor bilmiyorum ama bana doğru yolda olduğumu hissettiriyor. Aslında determinismi çok olası bulmuyorum ama herneyse, olasılıksız kitabını okuduğumdan beri deja vu’yu böyle yorumluyorum, belki de hiç böyle anlatılmak istenmemiştir kitapta... Ama herkes her zaman her şeyi anlamak istediği gibi anlar nasıl olsa, değil mi?

Thursday, April 8, 2010

Habercilik anlayışı

İşyerinde elime uykusuz geçince biraz okuyayım dedim, absürd basın özetlerinden derleme bir kısımla karşılaştım. Bir tanesi sabah gazetesinden “Türkiye’de artık romantik komedi de çekiliyor, gerilim filmi de, insan belgeseli de. Bundan yüzyıl önce bunlar olmazdı, çünkü niye, sinema yoktu.” Şeklinde bir yazıya rastlayınca arkadaşlara okudum, bir tanesi benden önce okumuş “dikkat et altında V.Ö. yazıyor yani Vedat Özdemiroğlu, parodi onlar” deyince farkettim. Sonra neden bu yazının gerçekten yayınlanmış olsa beni şaşırtamayacağı gerçeğini düşünürken aklıma o eşiği atlamama sebep olan haber geldi. 2 yıl kadar önce Çin’de gerçekleşen depremden sonra Milliyet gazetesi haberi şu şekilde sunmuştu, “29 yıldır tek çocuk politikası uygulayan Çin Halk Cumhuriyeti’nde gerçekleşen depremde okulların yıkılmasıyla bir nesil yok olmuş oldu.” Haberi aradım ama bulamadım o yüzden tam verememiş olabilirim anlamı ama kısacası o tek çocuk politikası lafını öyle bir koymuştu ki sanki o nesil o yüzden yok olmuş izlenimi vermeye çalışmıştı. Ben ne kadar istesem de o kadar saçmalayamayacağım için size anlatılmak isteneni doğru aktaramamış olabilirim, özür dilerim. Kısacası, anladık RTE’nin lafını desteklemek istiyorsun da bu kadar mı desteksiz sallanır, çocuk dediğin okula gider zaten, eğer tek çocuk değil 3 çocuk yapmış olsalardı öteki 2 çocuk yine okulda olacaktı, çünkü adı üstünde çocuk. Ha dersen Çinliler bir batında doğurmuyor ya elbet çocukların yaşları farklı olacaktı, e 2008’de de zaten Çinlilerin hepsi 7 yaş ve üzeri değildi ne de olsa. Yani oranlarda bir şey değişmeyecekti, ya da yok olan nesilde. Nerden nereyeee...


Üzülüyorum, kızıyorum, tepki gösteriyorum ama şaşırmıyorum artık. Yadırgamıyorum artık, tencerenin içinde suyun ısındığını farketmeyen kurbağa gibi yavaş yavaş haşlanıp öleceğimi bilmeme rağmen yadırgayamıyorum artık.

P.S: Abdi İpekçi'den olsa gerek aklıma geldi, Amerika'da bir anket düzenlemişler insanların %50sinden çoğunun Paris deyince aklına şehir değil Paris Hilton geliyormuş.

Sunday, April 4, 2010

AALLLİİİEEEEE


Komik ama burçlara inanıyorum. Çocukluğumda daha burçlar nedir, ne işe yararın tanımını bile bilmezken insanların burcun ne sorusuna verdiğim yengeç cevabı karşısında aldığım allah kurtarsın bakışlarından çok sonra burcumun detaylarıyla tanıştım. Uzun ve zorlu bir süreç oldu. Denial anger bargaining depression acceptance. Bütün süreçleri tek tek yaşadım ama sonunda kabullendim. Benimki de böyle bir burçtu işte. Ayın tek yönettiği, akıl hastanelerinde %60 gibi bir çoğunluğa sahip olan... Sevimli bir arkadaşım da zamanında durup durup bana bulduğu istatistikleri yollardı ordan biliyorum, seri katillerin de %40ı solakmış... Artık sonumuz hayrola

Neyse, sonunda love and hate relationship misali de olsa alışmıştık birbirimize amma velakin yükselen burcumla bir türlü barışamıyordum. Benim gibi şizofreni boyutunda mantıktan yoksun bir insanın yükselen burcu nasıl olurdu da başak olurdu. Bugün öğrendim ki meğer annem doğum saatimi yanlış biliyormuş, babam annemin dediğinden en az yarım saat önce doğduğuma emin olduğunu söyledi, yani yeni yükselen burcum aslan J Bu yeni yükselen burcumu çabuk benimsedim, 10 sene Galatasarayda yüzmüş ve UEFA final maçına Kopenhaga gitmiş bir insandan da başka türlüsü beklenmezdi J Bir süre ortalıkta kükreyerek gezinmeyi planlıyorum. Bugün bir şey daha öğrendim, yükselen burç denilen şey dışardan nasıl göründüğünüzmüş, yani ben aslan görünümlü yengecim. O zaman MGMT ’den gelsin*.  Geçen sene Taksim meydandan geçerken, oturmuş gelen geçene not veren çocukların neden bana gelince “fazla gösterişli” dediğini de anlamış oldum :P Kendini beğenmiş mi dedin, yok canım, e aslan dediğin de biraz gösterişli olur J Sanırım buldumcuk olmak diye buna deniyor, aslanlık kisvesi altında sapıtmasam bari... Su burcu olarak, ateş burcu yükselene sahip olmam da süregelen çelişki yumağı modumu açıklar oldu, ya bir yanımı söndürüyorum ya öteki yanımı buharlaştırıyorum. Spotlar altındaki ürkek yengeç.

*evet çok cheesy’im, indie bandlerin bile en popüler şarkılarını biliyorum bir tek, ama benim ihtisas alanım 50ler fransız müziği, ne de olsa teoride sular seller gibi olan bir yengecim. Teoride desen zehir gibi, pratik dersen sallanmakta, bazen ben hümanistim diyor, bazen rasyonalist oluyor, değişik bir psikoloji, bir felsefe idiotloji idiot idiot idiotloji.. aaallliiii


Ayrıca benden fi tarihinde okuduğum istatistiklerin kaynağını beklemeyin, hem kaynak belirtsem nolcak, %60 lafını eden bir ara maili dolanan yalaka astrologun zıt kardeşi :) hem öyle kaynak belirt arşivle bir insan olsam zaten yükselenim başak olurdu ;) fil hafızasına sahibim o ayrı...

Saturday, April 3, 2010

idealization

Şu an hayatında hiç ilişkisi olmamış birinden ilişkiler üzerine büyük laflar okumak üzeresiniz. Ben olsam kelin merhemi olsa başına sürer der geçerdim ya da dur bakalım neler yumurtlamış, biraz gülelim der kalırdım ne bileyim... Kısacası saçmalıyorum muntazaman.


Taa 3 ay önce kursta öğretmen sınıfa karşı cinsten beklentinizi tanımlayın gibi bir şey demişti. Nasıl biri sizi cezbeder? İnsanlar birkaç özellik sıralamıştı, siyah saçlı kızları beğenirim diyen bile olmuştu (baya spesifik). Ben, qui est taillé pour moi demiştim. Kadının çok hoşuna gitmişti. Benim için kesilip biçilmiş. Friends’de “my lobster” der ya rossla rachel birbirlerine, onun gibi... Ama ben ruh ikizine inanmıyorum.  Çünkü ilişki yan gelip yatma yeri değildir hahah :P Ruh ikizimi buldum ohh rahatım şeklinde... İlişki de birbirini zorlarsın, geliştirirsin.


What is exciting is not for one person to be stronger than the other...but for two people to have met their match and yet that are equally as stubborn, as obstinate, as passionate, as crazy as the other.


Böyle limitlerini zorlayabilirsin bir tek. Ve nelere muktedir/capable olduğunu görürsün. Bazen çok ingilizce kelime kullanıyorum diye antipatik gözüküyor olabilirim o yüzden belki tercih eden olur diye türkçesini yazdım, ne kadar türkçe sayılabilirse artık.


Neyse demek istediğim şu ki, ben zorlanmayı severim ve ilişki  hali de bu duruma bir istisna değil ama işte (bkz. Burada yapılmışı var) 


Yine the way we were filminden geliyor, bu film de olmasa ilişkiler hakkında atıp tutacak hiç bir dayanağım olmayacaktı sanırsam hehe :)


Hubbell Gardner: You push too hard, every damn minute. There's no time to ever relax and enjoy living. Every thing is too serious to be so serious.
Katie Morosky Gardner: If I push too hard it's because I want things to be better, I want us to be better, I want you to be better. Sure I make waves you have I mean you have to. And I'll keep making them till you are everything you should be and will be. You'll never find anyone as good for you as I am, to believe in you as much as I do or to love you as much.

Hubbell Gardner: I know that.

Katie Morosky Gardner: Well then why?


Tabii Barbra Streisand drama insanıdır o yüzden bu kadar uç olmak zorunda değil ama genel hatlarıyla gerçekçi bir profil çizdiği kanaatindeyim. Cevabı Hubbell Gardner’da değil, bende de değil... Belki siz biliyorsunuzdur ama biliyorsanız da bana söylemeyin. Çünkü ben içinde 80 yaşında bir babaanne yaşatan, o babaannenin ruhunu fransız müzikleri ve 50’lerin filmleriyle (o yıllar onun 20’li yaşlarına tekabül ediyor :) ) besleyen iflah olmaz bir romantik olarak lobster’ımı bekliyorum. Hoş tam anlamıyla evde oturmuş bekliyorum denemez ama lafın gelişi işte...