Saturday, May 22, 2010

Robin Hood

Robin Hood filmini şahsen çok beğendim. Akşamında da History Channel’da filmin yönetmeni Ridley Scott’un ve başrol oyuncusu Russell Crowe’un (aynı zamanda yapımcılar arasında) Robin Hood efsanesi hakkındaki açıklamalarına denk geldim. İyi ki de filmi izledikten sonra denk gelmişim çünkü –hayatı boyunca derse girmeden önce o gün işlenecek konuları okumamış biri olarak- insan filmi izlemeden çok merak etmiyor. Aynı şekilde daha önce görmediğim bir yere giderken de çok bir şey bilmeden gidiyorum, dönünce merak edip okuyorum. Aslında o yüzden heryere 2 kere gitmek lazım hihi J

Filme dönecek olursak, aslında History Channel’daki programda belirtildiği gibi, Robin Hood’un gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile bilinmiyor ama yaşadıysa da 1150-1250 yılları arasında olduğu varsayılıyor.  Robin Hood vardıysa filmde öngörüldüğü gibi en çok 1199-1215 yılları arasına yakıştığı da bir gerçek. 1199’da İngiltere’de John’un kral olarak başa geçmesiyle tam anlamıyla bir tiranlık hakim oluyor ve 1215 yılında Magna Carta imzalanana kadar bu devam ediyor. Robin Hood karakterinin ya da efsanesinin doğuşu için en elverişli şartlar söz konusu kısacası. Filmde de Robin Hood’un nasıl Robin Hood olduğu anlatılıyor zaten, klasik anlatışın bir başka versiyonundansa bu yaklaşım benim çok daha fazla hoşuma gitti. Yoksa Robin Hood’un hırsızlık yapmasına rağmen sevilmesi ve çok iyi ok atması falan anaokuldan hallice...

Wikipedia’da yer alan bilgilere göre de Kral John zaten en çok Robin Hood’un düşmanı olarak ve Magna Carta’yı imzalamak zorunda kalışıyla biliniyor. Lakabı da yumuşakkılıç. Zaten filmdeki gibi komedi unsuru olacak kadar kötü savaşıyorsa savaşta ölmemiş olması bile bir mucize...

Dönem filmi yapmanın en zor yönlerinden birinin dili nasıl kullanacağına karar vermek olduğunu düşünüyorum. 1200lerde kullanılan ingilizceyi (Shakespeare’den bile eski) kimsenin anlamayacağını düşündüklerinden olsa gerek tamamen güncel bir dil kullanılıyordu. 150 yıl sonra başlayan yüzyıl savaşlarındaki etkileşimler sonucu ingilizceye yerleşen latin kökenli kelimelere bile bütün halk hakimdi. Aristokratların hakim olması şaşırtıcı olmazdı çünkü o yıllarda İngiltere’de sarayın dili fransızcaydı. Hatta John’dan önceki kral olan Richard doğru düzgün ingilizce dahi bilmezmiş (lakabı bile fransızca; coeur de lion –lionheart-) ve İngiltere’nin şuanki topraklarında hemen hemen hiç bulunmamış, hep Fransa topraklarında fethettiği yerlerde yaşamış (hatta filmde tabii ki yer almıyor ama laf aramızda sevmezmiş de "ada"'yı, yağmur çamur hoşuna gitmiyordu demek adamcağızın.)

Fransızların da 800 senedir aynı şekilde küfrettiğini düşünmek bile komik. Ama belki çok temele yerleşmiş gündelik kelimeler uzun süre geçerliliğini koruyor olabilir. Çünkü ben Atina’da 2 yaşlı adamın kavgasına şahit olmuştum ve biri ötekini itip, "siktir git" demişti. Rehbere sorduğumda bazı türkçe küfürlerin hala kullanıldığını söylemişti (daha çok yaşlılar tarafından.) Ama demek ki biz 100 küsur sene önce de onu kullanıyormuşuz ki Yunanlara da geçmiş. Yoksa dil o kadar değişen bir şey ki, değil küfürler kavramlar bile değişiyor, eskinin yazılmak'ı şimdi yazmak. çıkmak'a da yeni bir isim koyduklarında bizden sonraki jenerasyon bizle dalga geçebilir.

Aynı şekilde, size zamanında yabancı dilden geçmiş bir kelimeyi o yabancı ülkede kullanırsanız da alay konusu olabilirsiniz. Mesela biz komodin kelimesini hala kullanmamıza rağmen ve tdk arattığınızda kelimenin orijinal yazılışını bile vermesine rağmen, Fransa'da komodin dediğiniz zaman gülerler hatta Fransızca öğretmeni öyle bir kelimenin olmadığını iddia eder. Aynı şekilde Arap arkadaşınızla konuşurken mecburen dediğinizde gülümser, mucberen der. 

Şu dil ve diller arası etkileşimi ilginç bulduğum kadar borsayı falan ilginç bulsaydım, gideceğim yere tahterevalliyle giderdim ayrı mesele...

*Bu arada borsa için verdiğim linki okuyun, ben kahkahalarla gülmüştüm. hem hakikaten açıklayıcı :)

Sunday, May 16, 2010

Bursaspor

Bugün caddedeydim. Açıkçası gitmeden önce baya endişelenmiştim ama yurtdışında yaşayan ve yeni evlenmiş bir arkadaşımı görmek için tek şansımdı.

-Bu arada arkadaşım yarı Türk yarı Suudi Arabistanlı. Çok başarılı, hep öyleydi. Kocası da çok tatlı bir çocuk, diplomat bir ailenin oğluymuş aynı zamanda. Arkadaşlarımızdan hiç farkı olmayan, çok şeker bir çift ama benim bu durumda aklımı kurcalayan çok şey var. Birbirlerini çok sevdikleri her hallerinden belli ama tutup çocuk günün birinde 2. eşi almaya karar verirse, bu nasıl oluyor? Sonuçta ülkenin kültürü de hukuku da bu, alabilir, hatta almazsa fakir sanıyorlar falan evet ama kız da bir yandan Türk mantalitesiyle yetişti. (Gerçi sadece Türk vatandaşı olması durumunda üstüne kuma alınamaması yönünde yeni bir yasa çıktığını söylemişti birkaç ay önce tanıştığım Suudi Arap nişanlısı olan Türk bir kız ama doğruluğunu araştırmadım) Yine de öyle bir durum olma ihtimalinde tutup orada boşanma davası bile açamıyor. Neyse felaket tellallığı yapmayayım ve bu durum benim kuruntum olarak boş yere endişelendiğim şeklinde kalsın.-

Öteki konumuz final maçı J Belirtmem gerekir ki ben daha GS falan bile şampiyonluk yarışında havlu atmamışken (fii tarihinden bahsediyorum yani hehe) Bursa şampiyon olsun istiyordum. (Hatta Bursa maçında keşke yatsalardı diye düşünmüştüm.) Romantik sebepler: Trabzon hariç ilk defa bir Anadolu takımı falan filan...

Ama yine de Fenerliler malzeme verdi mi tam veriyor J Daha önce son maçta şampiyonluğu kaçırmışsın, yani lanetli bir durumun var bu bir, oynadığın takıma daha 2 hafta önce yenilmişsin, yani yenileceğini garantilemese bile sallantıda bir maç olacağını garantileyecek bir durum söz konusu bu iki, niye kutlamaya başlarsın maç başlamadan tey tey J Bu arada daha önce bu konulara hiç değinmemiş olmamdan anlaşılıyordur ki ben futbolla hiç alakadar değilim, hatta yüzme dışında hiçbir sporla alakadar değilim, babam maçlara götürürdü ama ayakta durmaya üşenirdim izlemezdim bile (Kopenhag maçı hariç öhöm öhöm.)

İnsanı gülümseten görüntüler de vardı, insanların maçın yayınlandığı kafelerin önündeki otobüs duraklarının üstünde oturup maçı izlemeleri gibi J Hatta 2 çocuk caddebostanda taa karşı kaldırımda oturmuş izliyorlardı, biri saf saf beyazlar biziz di mi diyordu, belki mahsus rahat sevinebilmek için orda oturmuşlardır J

Monday, May 10, 2010

Baykal'ın istifası

Baykal’ın istifasının ardından ilk şok atlatıldıktan sonra, bak gidiyor ama AKP’yi de beraberinde götürüyor, mağduru oynamak için mahsus yapıyor, çok istediler geri geldim diyecek, son hamlesinde dahi AKP’den oy tırtıklıyor fikirleri havada uçuşsa da bildiğim tek bir şey var ki Türk halkı zinaya prim vermez. AKP’yi ayıplar çok çok, ama Baykal intihar komandosu da olsa harakiri de yapsa bu CHP’ye oy olarak dönmez, hele ki AKP seçmeninden... Bekarları kolay kolay meclise bile sokmayan bir halktan bahsediyoruz, her şey izlenim, her şey dışardan nasıl gözüktüğün... Evli ol da ne yaparsan yap, nitekim istisnasız hepsi öyle yapıyor. İşte arada bir de böyle şeyler oluyor...

1 ay sonra gelen edit: Nitekim Tayyip'ten ahlak dersi gecikmedi. Hatta mizah dergilerinden biri de çok güzel bir şekilde kapağına taşıdı bu ahlak dersini, elini beline koymuş bir kenar mahalle kadınına "Biz orda anayasayla uğraşırken sen kim bilir neler yapıyordun 'aaannıııımmmmm" dedirterek...

O kapağın görüntüsünü bulamadım ama aşağıdakine günlerce güldüm :)

Sunday, May 9, 2010

Çeyrek Yaşam Krizi

Konu artık 3-5 kilo verirsem, bak o zaman mutlu olacağım meselesi değil... (o 5 kilo verilmiyor zaten :) )

Bir erkek arkadaşım olursa mutlu olacağım meselesi de değil. Her ne kadar çeyrek yaşam krizi denilen şeyde gönülsüz bekarlığın büyük rol oynadığı söylense de durum bununla da sınırlı değil.

Konu, bütün yaşadıklarının adının konulmuş olmasına, gerekçeleriyle belirtileriyle neden ve nasıl etkilediğiyle her şeyi biliniyor olmasına rağmen bundan nasıl etkilendiğin...

Adı; çeyrek yaşam krizi. Okuldan yeni çıkan ve hayatın gerçekleriyle karşılaşan insanları kapsıyor. gerekçeleri maddeler halinde o kadar kesin hatlarla belirtilmiş ki, netliği bile sinir bozuyor.

Aslında hayatın ileri safhalarında da karşılaşılabilecek sorunlar... işinden memnuniyetsizlik, yalnızlık, ekonomik stres, başarılarını yetersiz görmek... Ama bunun adının çeyrek yaşam krizi olarak anılmasının sebebi,  sorunların ileri yaşlarda da karşılaşılabilecek nitelikte olmalarına rağmen, şu anda, hepsinin, aynı anda, biri ardına öteki şeklinde karşına çıkmasıdır.

Teker teker gelin diyemiyorsun. Alışık olduğun gibi hayal dünyana da kaçamıyorsun. Şu ana kadar karşılaşılan problemler sen hayal dünyanda oyalanırken kendiliğinden çözülürdü. Çünkü zaten senin çözebileceğin şeyler olmazdı, söz sahibi olmazdın. Annen, baban ya da her neyse, sana yansırdı tabii ama başkasının problemi olurlardı ve sen istesen de karışamayacağın için bir süre sonra bir bakardın ki çözülmüş.

Artık öyle değil. Şimdi hayal dünyana kaçıyorsun, internette ne bulursan okuyorsun, yakışıklı bir çocuk kestiriyorsun gözüne, biraz daha hayal kuruyorsun, dönüp bir bakıyorsun, sorun olduğu gibi yerinde duruyor. Hatta olduğu gibi de değil, daha da büyümüş bir şekilde.

İnsanlarla konuşuyorsun, arkadaş grubunun en pozitifi olarak bilinen insanının da, paratoner gibi bütün negatiflikleri üstüne çeken insanının da seninle birebir aynı süreçten geçtiğini görüyorsun. Ama işte adını da bilsen, yaşadıklarının birebir aynısını hatta daha ağırını yaşayan milyon örnek de bulsan, bu seni bir nebze olsun rahatlatmıyor.

Önceki nesiller bizden çok memnunlarmış, hatta bizi gıptayla izliyorlarmış. En önemli meslek olarak kendimizi görüyormuşuz. Kendimizi dinlemek ve anlamak taviz veremeyeceğimiz tek şeymiş. Bir şekilde kişiliğimizi yansıtmanın yolunu mutlaka buluyormuşuz.

Peki hepimizin yetenekli olduğunu kim söyledi?

Mutsuz olduğumuz şeyle yetinmiyoruz, aferin bize. Peki sorgularken mutlu olacağımızın garantisi var mı?

Ben sorgulayarak, okuduğum branşı icra eden asla onlardan biri olmayı istemediğim insanları görerek, her şeyden, en önemlisi gerçeklerden uzaklaşırken bütün bunların bana ne faydası olacak?

Kendimizi ifade edebiliyoruz, ne mutlu bize. Kendini ifade ede ede öldü derler.